Ankara plaka, karanlık bir araba
Karanlık bir kadın içinde...
Gözlerinde bile var bir karanlık,
Atacağım adımlara göz dikmiş: karanlık...
Bir cevap uğruna öldürebilir her şeyimi,
İçimden söküp alıyor sanki bir tek şeyi;
Belli ki biliyormuş her şeyi.
Gerçeğini yoğurmuş gibi hakikat'te, belli.
Nefesinde var bir Ankara kokusu;
Benim nefesimde süt kokusu,
İçimdeki annesizlik korkusu...
Kadın karanlık olmasını biliyor
Kadın ellerini yüreğimden çekmiyor,
Kadın ışıksız bir ayna, beni gösteriyor,
Kadında yansıyıp, kadında kayboluyorum,
Ankara arabasının içindeki kadın oluyorum,
O yoldan gelip de geçen bir adama soruyorum:
Senden başka bir yerde ben niye olamıyorum?
Lorem İpsum
Olmak için ölmek; Bilmek için sormak...
26 Aralık 2012 Çarşamba
16 Aralık 2012 Pazar
bir milyon.
selam dünya,
ben ziya,
bağımsız olmak isterim hep
kendi halimce
zamandan...
herşey ilginç burada
bulanık yüzlü insanların
enteresan gülümsemeleri,
samimi insanların
sıcak muhabbetleri
anlayanların
tesellileri
anlamayanların kahkahaları
hepsi yalanmış burada
inandırdı bana.
bir de
dedi ki dönüp de bana
çıkış yok bu çemberden
içi beni yakar dışı seni
sanki gizli bir hastalık, bir virüs
bir...
GARİPLİK...
-diyorum keza
anlatamıyorum-
ele geçiriyor cümle yeri
gülsen gülemezsin
ağlasan ağlama derler bu da garip mi?
miden bulanıyormuş neden?
bunlar çok normal zaten.
doğru değişir ki ona bana sana...
o yüzden karışma
velhasıl
öyle bir gariplik ki
beynim almıyor yüreğim belki
cevabı bir anahtarda gizli
sanki
her şeyi çözen mutlak
bir anahtar
öyle bir şey ki
sonsuz değişkenli:
Evet bulunca bitecek insanların yüzündeki bulanıklık. İnanıyorum o zaman midemdeki su gariplik de geçecek. O zaman insanlar gülünce, sevince, konuşunca saçma gelmeyecek bana. Fotoğrafını gördüğüm bir kızın, o şekli yavaşça çirkinleşmeyecek. Ona da hak verebileceğim. Öyle bir genel geçer ki, açık nokta kalmayacak. O zaman anlatabileceğim belki de. Anlatınca rahatlayacağım sanki.
evet onu bulunca
öyle bir anlatacağım ki
anlamayan da umrumda olmayacak
o kadar emin olacağım ki
varlığından
anlatabilmek, anlamayınca artık kendinden değil
karşıdakinden rahatlıkla şüphe edebilmek
öyle bir şey arıyorum ki
ilan-ı halim olsun herkese:
"anlasın
ya da
anlamasın
ben anlatayım."
ohh...
bir yandan da korkmuyor değilim
şundan:
ya anahtar, anahtarın var olmadığıysa
ben ziya,
bağımsız olmak isterim hep
kendi halimce
zamandan...
herşey ilginç burada
bulanık yüzlü insanların
enteresan gülümsemeleri,
samimi insanların
sıcak muhabbetleri
anlayanların
tesellileri
anlamayanların kahkahaları
hepsi yalanmış burada
inandırdı bana.
bir de
dedi ki dönüp de bana
çıkış yok bu çemberden
içi beni yakar dışı seni
sanki gizli bir hastalık, bir virüs
bir...
GARİPLİK...
-diyorum keza
anlatamıyorum-
ele geçiriyor cümle yeri
gülsen gülemezsin
ağlasan ağlama derler bu da garip mi?
miden bulanıyormuş neden?
bunlar çok normal zaten.
doğru değişir ki ona bana sana...
o yüzden karışma
velhasıl
öyle bir gariplik ki
beynim almıyor yüreğim belki
cevabı bir anahtarda gizli
sanki
her şeyi çözen mutlak
bir anahtar
öyle bir şey ki
sonsuz değişkenli:
Evet bulunca bitecek insanların yüzündeki bulanıklık. İnanıyorum o zaman midemdeki su gariplik de geçecek. O zaman insanlar gülünce, sevince, konuşunca saçma gelmeyecek bana. Fotoğrafını gördüğüm bir kızın, o şekli yavaşça çirkinleşmeyecek. Ona da hak verebileceğim. Öyle bir genel geçer ki, açık nokta kalmayacak. O zaman anlatabileceğim belki de. Anlatınca rahatlayacağım sanki.
evet onu bulunca
öyle bir anlatacağım ki
anlamayan da umrumda olmayacak
o kadar emin olacağım ki
varlığından
anlatabilmek, anlamayınca artık kendinden değil
karşıdakinden rahatlıkla şüphe edebilmek
öyle bir şey arıyorum ki
ilan-ı halim olsun herkese:
"anlasın
ya da
anlamasın
ben anlatayım."
ohh...
bir yandan da korkmuyor değilim
şundan:
ya anahtar, anahtarın var olmadığıysa
6 Kasım 2012 Salı
Ruhu diriler bilemez, ölmeye hazır mısın?*
"Halbuki onların bu hususta hiçbir bilgileri yoktur. Onlar sadece zanna uyuyorlar. Şüphesiz zan, hakikat namına hiçbir şey ifade etmez.." (Necm-28)
İnsandır bu, zamana boyun eğer, bir zamanlar hep varken, zaman'la hiçleşir hep olmak için. Ama ne kadar bilir bunu? Zaman bir zincirdir İnsan'a hep. ve bir zincir küçük halkaları sayesinde büyük şeylere hareket imkanı sağlar özgürlüğünü habersizce çalabilmek adına. Zaman hiç olmasaydı özgür olabilirdik, zaman daha sert hissettirseydi kendini, kendimizi kandırmak için uğraşlar bulmazdık. Bir ağaç meyve verirken tohumundan yetişecek bir fidanın öleceğini hesaba katmazdı. Eğer "hiç olma" korkusunu da hissetmese meyve de vermezdi.
Elbet vardır zincirden kurtulmasını bilen fakat bilmeyen de çaresiz değildir. bunun için zincirin tuttuğu tenden çıkmak gerekir. Yalnızca ölünce zincirler bir anlam ifade etmez ve özgürlüğünü bulursun. bu yüzden gerçeğin kapısıdır ölüm ama giriş ücreti tenden kurtulmaktır ancak. "ölmeden ölmek", parası olmadan girmek için çırpınanlara has bir ayrıcalıktır bu yüzden.
Ölüm anında dahi neslinin devamını bilinçsizce sağlama çabası insanın(beden olarak insan) belki de zaman'a karşı takındığı bir isyandır. İster istemez ölümsüzlüğü isteriz fakat ölüm de ölümsüzlük kadar gerçektir, bu yüzden zamandan kurtulmak biraz pahalıdır.
"ölmeden ölmek" meselesine devam edecek olursak, bu kalıpta bulunan aynı kelimenin iki farklı anlamını görmeden anlamak boşuna uğraş olur. ilk "ölüm", tenni bir ölüm olmasına rağmen ikinci "ölüm" kelimesi "varlığın hiçleştirilerek var'ın bulunması"dır. bu yüzden biz buna "ölmeden olmak" ya da "ölmeden yok olmak" diyebiliriz. buradaki "olmak" ya da "yok olmak" fiilleri aslında tek bir varoluşmayı simgeliyor. Hiç'liğe ölüm vurmaz aynı hep olan"a vuramayacağı gibi. Dünya hayatında, hiçlikle hepliğin arasında debelenip duran İnsan bu yüzden ya ölür ya da olur.
"Hep olmadan hiç olmaz, hiçin ötesinde hep;
Bu mu dersin, taşlarda donmuş sükuta sebep?"**
Necip Fazıl'ın bu dizelerinde ise hiç'liğe-olmak için ölmeğe- adres gösteriliyor diyebiliriz.(Hiçleşmek de aslında 2 türlüdür. birincisi "varlığından habersiz olmak"; ikincisi ise "varlığından soyutlanmış olmak". ilki üzerinde durmak istemem, kendinden habersiz olana kendini anlatmağa çalışmak elbette boşa kürek çekmek olacaktır.) Hiçleşmenin hiçleşerek değil de hepleşerek olacağını söylüyor. Bunu şöyle örnekleyebiliriz: bir kağıda ismini yazdıktan sonra silmekle üstünü karalamak arasındaki fark gibidir aynı. ismini silersen mürekkepi yok farz edebilirsin fakat üstünü mürekkeple karalarsan ne tam kaybolursun, ne de gerçekten var olursun, hepsinden ziyade mürekkepleşirsin. Kendini değil, kendisinden geldiğini görürsün. Anlamlarda kaybolmazsın, hislerde kendini bulursun. Hiçlik bu yüzden, ismindeki bütün boşlukları hepleştirerek bulunabilir. Adın yazmaz belki bir yerlerde ama "hep" olursun.
biraz özetlemek gerekirse, aslında "hiç" ya da "hep" arasındaki fark bir noktadan fazla değildir. bizim yaşadığımız yer de o noktadır. Bu yüzden, İnsan, yüzünü "varlık" dediği alem yerine "hiçlik" alemine çevirmeli ki var olanı görebilsin. Çünkü bağlı olduğun onca zincir senin yalnızca oyalanmanı sağlıyor, sanma ki hareket kabiliyetin var diye özgürsün. Zamansızlığa sahip olmalısın ki zaman kıtlığı önemini yetirsin. Sonuç olarak; hiçlikten korkan varlığın değil bedenindir. varlığın bilir zaten hiçliğini.
http://insanhane-lorempsm.blogspot.com/2012/09/aseka.html ile daha iyi anlaşılacağını umut ediyorum.
*Filibeli Ahmed Hilmi,2011, Kapı Yayınları, s.88
** Necip Fazıl Kısakürek, Karacaahmet adlı şiirinden
4 Kasım 2012 Pazar
Geldi-Geçti, Yalandan
Ve biri daha gelmişti uzun yıllar evvel;
Şimdi geçti "yalan"dan,
Yaşamış mıydı gerçekten?
Birden gelmişti.
Birden bir-e gitti.
Yavaşça...
Hak mıydı yaşadığı?
Bilemezdi.
Hak'tandı
Biliyordur inşallah...
Şimdi geçti "yalan"dan,
Yaşamış mıydı gerçekten?
Birden gelmişti.
Birden bir-e gitti.
Yavaşça...
Hak mıydı yaşadığı?
Bilemezdi.
Hak'tandı
Biliyordur inşallah...
25 Ekim 2012 Perşembe
Yusuf Atılgan Öykülerindeki “Sosyalnızlık” Üzerine...
Cadde Kalabalık
geldi bana, insanların birbirine benzedikleri,
tümünün iki ayaklı oluşu şaşılacak şeydi. (Atılmış adlı hikayeden)
Kaçmak, nereye? Yalnızlık, kopuş,
isyan... Sokaktaki görüp de beğenmeyeceğimiz “x” kişisinin benliğine şahdamarı
kadar yakın, bireyin, ”duygularının” dememizin kafi gelmeyeceği dolayısıyla esasen
“varoluşunun” -şahdamarının atışından,
Freud kişilik yapısındaki ‘süperego’nun en çok bastırdığı cinsellik
temalarına kadar, en ince ayrıntılarını adeta ruh hastası(!) bir yaklaşımla ele alıyor Yusuf Atılgan
hikayelerde.
O günün kent ya da köy toplumlarının bir
parçası olup, bulundukları toplumun insanlarından da bir o kadar uzak olduğu
bir çeşit “sosyalnızlık” temalı ruh halleri ilk hikayelerden itibaren göze
çarpıyor. Bu yazıda “sosyalnızlık” kişilerin içinde bulundukları durumu
anlatıyor olacak. Yani kavram olarak ortaya attığımız, sosyalnızlığı açıklamaya
çalışacağız.
Bu kavramı aklımda en temiz
şekillendiren satırlardan bir dizisine “Bodur Minareden Öte” de rastladım.
Girişinde diyor ki:
“...Buraya
gelmeden önce ne gerekiyorsa hepsini yaptım; öğle yemeği yemedim, tıklım tıklım
bir otobüste biletçiyi ayağıma bastırdım, bir kadına kaşlarını çattırdım,
inerken ... bir adamı ‘yavaş ol be’ diye bağırttırdım. ... kendimi itelettim,
kakalattım. ...
Omuzlarım daralır gibi oldu. Küçülüyordum...”
Burada yazar yarattığı karakterin,
toplumuna nazaran kendisini koyduğu yeri hissettirmeye çalışıyor. Atılgan’ın hikayelerinde
dem vurduğu bir çok öge yine burada mevcut: itelenmişlik, çevrenin olumsuzluğu,
içe kapanıklık... Karakterimiz yine, kalabalığın içinde kendini yavaş yavaş
küçülüyor gibi hissediyor. Üzerindeki bulantı yaratan baskıyı anlamamız için
ise alim olmaya gerek yok. Buradaki karakterle “Gregor Samsa” arasında ufak benzerlikler
yakalamak için de öyle. Kafka’nın toplumdan soyutlanan, patronunu, ailesini ve
ona baskı kuran bütün ögeleri böcekleştirerek var ettiği Gregor’ı gibi, Atılgan
da x’ini kalabalığın içinde küçültüyor. Ruhuna
işlemiş olan yılgınlığı daha hikayenin başından hissettirirken, genel olarak
vermeye çalıştığı modern toplum insanının toplum içindeki yalnızlığı bunalma
hali, devinen kalabalığın içinde bir birey olarak varoluş mücadelesi verme vs
durumları hikayenin geneline yayıyor. Bizim sosyalnızlık adını verdiğimiz
kavramın da önemli bir kısmını teşkil ediyor bu yaklaşımlar.
Hikayenin ilerleyen kısımlarında döşemenin
kayması anaforu da en az Gregor’un bir sabah kendini böcek olarak bulması kadar
ilginç. Hikayedeki kişinin kendisini insanların arasında bir yokoluş içine
atması, çevresindeki sıradan insanlardan bir kaçışı temsil ediyor gibi. Selâhaddin
Bey’in çenesinin esnerken düşmesi, modern yaşamın getirdiği monoton akıştaki bu
ufacık ve enteresan değişikliğe evcek gülerken yazarın aniden aklına gelen bir
farkındalık ve birden karakterin kendisini Selahaddin Bey’in koltuğunda ve
Selahaddin Bey olarak bulması ve ardından altındaki döşemenin ilk kez kayması,
bu kaçış anaforunun ayrıntıları.
“Düşerken karımın kıllarına tutunurdum”
diyor yazar. İkisi arasında bir adı olan ve karakterin adını unuttuğu bir aşkı
var. Belki de burada hayatta gördüğü bütün bu sıkıntılara, boğulmalara karşın
tutunacak yer aramasının etkilerini görüyor olabiliriz. Hikayede karısından da
uzaklaşmasından onunla aralarındaki ilişkinin detaylarından da bahsediliyor.
Dolma benzentmesi –suyun üstünde yüzen tek tük yarı dönüş yağ parçacıkları olan
dünden kalma dolma- de ona yönelik olarak kullanılmış. Aslında karakterin
varlık sebebi olarak bu aşkı içinde bulundurduğunu da anlıyoruz:
“Biliyor musun beni
yokluğun eşiğinden çevirdin. Biz birbirimiz için varız”
Hikayenin kapanışında yer alan
paragrafta ise bu modernizmin, şehirlerin bunların getirdiği çarpıklığın
üzerinden özetle geçiyor Atılgan adeta.
Bodur minare, üzeri teneke kaplı yapılar, çürük zeytin çekirdeği
rengindeki alan, gibi kullanımlarla, aklımıza nükleer facia sonrası Çernobil’i
getirmekte zorlanmamış. Düşünen bir okur için iç karartıcılığını yaratmakta
ustalığını konuşturmuş. Sosyalnızlığın bir diğer boyutunu da böylelikle
sergilemiş.
Atılgan’ın yarattığı karakterlerin
yalnızca insan olmayışı, içindeki özgürlük ve isyana bağlı olarak bir kuşun ve
bir tavuğun da hikayesini fabl tadında anlatması onun ilginçliklerinden(!) bir
diğeri. Karakterleri insan da olsa hayvan da olsa değişmeyen şey iç sıkıntısı
ve bıkkınlık. Yazarın mükemmel gözlem ve bağ kurma yeteneğinin eseri olan Kümesten
Öte’de öyküsündeki tavuğun durumunu inceleyince modern insanı orada görebiliyoruz.
Bazen horoz kılıklı şirret müdürler, öğretmenler, ona yem veriyor gözüken ama
aslında köleliğinin kaynağı olan “insan”lar, sanki Yusuf Atılgan’ın dünya
görüşüne parallelik oluşturacak şekilde kapitalizm eleştirisi gibi gözüküyor.
Kümesteki hayvanlar benzetmesinin sadece
bir fabl olmadığını anlayabildiğimiz, okuyucunun hikayeyi öykülerindeki genel
akıştan kopuk olarak algılamasını önleyecek o en mühim noktalardan birisi de
kümesi betimlerken Atılgan’ın seçtiği kelimeler:
“Kendimi
bildim bileli öteki dört tavuk ve bir horozla hep bu daracık avludayız. Çevremizi
bana pek yüksek gelen yapılar, duvarlar
kuşatıyor.”
Buradan yine Tavuk’un içinde bulunduğu
sosyalnızlığı çıkarabiliyoruz. Çünkü tavuk yine sadece yalnız değil.
Hapishanesinde tek başına yaşayan bir mahkum da değil. Çevresinde ona dünyayı
dar eden varlıklar var. Bunların başında gelen horoz karakteriyle insanlar
aslında iki sınıfa ayrılıyor. Horozun köle, duyarsız, cahil, böcek, dolayısıyla
bu sosyalnızlığı çeken, anlam mücadelesi verenleri anlamadığından hor gören insanı
temsili çok açık olarak farkedilen şeylerden birisi hikayede. Bu örnekle de
yazar belki de gerçek hayatında kendi içinde bulunduğu onu köye göç ettiren
sebeplerden birini kaleminde canlandırmış.
Toplumun eleştiri okları ve iç
dünyasında yaşayan yalnız bireyin masumiyeti, korkaklığı, özgürlük isteği,
yazarın kurduğu kümes dünyasında yine göze çarpıyor.
“Horoz
üzerime atlayıp başımdan tüyleri yoluyor. “Pis tavuk” diyor. “Kadının avucundan
yem yedin diye kendini bir bok mu sanıyorsun.”
Yusuf Atılgan’ın karakterlerinin ruh
yapılarına hissettiklerine tam olarak hakim olmak için üzerinde çok detaylı
araştırmaların yapılması gerektiği aşikar. Önemli eserlerinin yanında onun
fikir hayatı ve “yaşadıkları” üzerinde de durmak önem taşıyor bu tarz
değerlendirmeler için. Yalnızca belli başlı öykülerinden yola çıkarak
yapıtığımız bu tarz değerlendirmeler elbette çok kısır kalıyor. Bu yüzden
öncelikle Yusuf Atılgan’dan özür dilememiz gerekiyor.
21 Ekim 2012 Pazar
dizesizlik
Elde bir hayat kalır
genelde, üzülme. Zaten fazla da değildir bu hayat, bir ölümün götüreceğinden.
Dünya hayvanları oyalardı, insanlar kaldırım taşlarında şekiller arardı. Hiçbir
kitap elde kalabilecek kadar pürüzlü olmazdı bazen. Evler, kaçılmak istenen bir
karanlıktan, soğuktan, yalnızlıktan ileri gitmezdi bazen. Hatta hatta ölmek
dahi istemezsin bir gün, ölüm için giyinmek dahi zahmetli gelirdi bazen. birinci
tekil yalnızlıklar artar, artar ve dayanamazsın, ikincileşirsin bazen. Hayat tek
başına içilecek bir şey değildir senin için, mezeyle donatırsın gereksizce
hayatı bazen. Üzülme, en tatlı hayaller yalnızlıkla başlar aslında, başka bir
yalnızı bulabilmek gibi, yalnızlığını bulabilmek gibi. Her şeye rağmen, her
şeyi yaşamak gerektiğine inanmak zor gelir bazı satırların aralarında. Öylesine
yaşarsın, ölesiye yaşayasın varken bazen. Günaha defter tutmak istersin, bazı
günahlar yarım sayılır, kafan karışır bazen. Yaşarsın işte, tek tesellin ve
günahın yaşamak olur bazen. Bazen elde bir yaşama sancısı kalır, her şey gibi
onu da yaşarsın bazen.
6 Ekim 2012 Cumartesi
Kaderin oyunu
"Hakk bilir ama belirlemez" diye başlanabilir kader konusunun temeline ve geri kalanına. olacağın bilinmesi, olmayı da gereksiz kılmaz çünkü bir şeyin bilinmesi için önce bir olana ihtiyaç duyulur. bilinmelidir ki, olacak, olmuş ve olan arasındaki farkı yaratan zamandır. olacağın bilinmesi ile zaten olanın bilinmesi arasındaki fark nedir ki zamansız düşünmesini bilene?olanı da zaten sen biliyorsun, bu da yeterli bilinmesine zaten. anlamak isteyene çok açık aslında: insan yazılan oyunu oynamaz, oynadıkça oyunu yazar. senin aslında bu isyanını da kendin yazmasan, oynayabilme ihtimalin var mıydı bu isyancılık oyununu? Şunu da unutma ki sana bahşedilen hayat'tı; dünya hayat'ı değil. bir ağaca niye kurudun demek yerine niye susuz kaldın demektir İnsan'a yakışan. ağacın niye susuz yaşamayacağını sormak yerine suyun ağaca ne kattığını sormak yakışır İnsan olmuş ve olacağa...
Kolay hayatın zor adamı
ümit...bütün kolay olanların zor adımı geldi, ilk adım zordu, bacağım kısaydı, aklımda fikir çapakları var oldu hep. ümit, harbiden zordu, kimisi ümidiyle yaşardı; kimisi, ümit etmek için... hayat kısaydı, ümitler uzun, zıddıyla bilinir tüm bilinenler, ümidin zıddını bulmak da kolay değildi bana. çünkü yaşanılan hayat isimsizdi bazılarının. ümitler acıydı aslında, mesela sevme ya da sevilme ümidi vardı, özgürlükten mahrum bırakırdı bazı ümitler iç'te. acıyı sana ballandırıp içirirdi böyle ümitler. boşa geçen ömrünün farkında olmaktan mahrum ederdi bu ümitler. kimi ümitler de sadeydi yalnızca, ümitsizliğin ümidi kadar sadeydi. ölmek ümidi mesela, bütün ümitleri dahi yutan, bütün ümitsizliklerin en tatlı ümidi, bütün ümitsizlerin dizinde yatacağı bir anne gibi. annelik ümidi gibi değildi fakat, çünkü ümitsizliğe isyan değildi, geride bir şey bıraktığını hissetmek gibi kandırıcı değildi.
ümit... beklemek gerektirirdi, sabır isterdi, kısa yaşam, uzun ölümler yaşatırdı. gerçeğe başkaldırmak tadında olmuşluğu ilginçti. idama giderken bile bir çocuğun gözüne kaçardı sen ölürken. başka yol var mıydı peki? elbette yoktu, ümit edenlere yol çoktu, ümitsizlere yola gerek yoktu. bütün materyal gerçeklerimizi atsak bile, kandırdığımız kadar mutluyduk hayatta kendimizi. zaman yoktu, yürümek yoktu, yol yoktu, bir yokuşlu yolda yürüdüğüne inanmak vardı, yolun devamını ümit etmek vardı.yokuşlar terletirdi, sabır terimizi silerdi, beklemek yorgunluğu alırdı. yol çoktu inanana, ümit etmeyi bilene.
ümit... kararsızlığa iterdi, buhranlara sokardı. geleceğe attığımız halatlardı ümitler. pek oynama kabiliyetimiz yoktu, çünkü geleceksiz olmaktan korkardı ademoğlu. her anı geçmişe yorar aklı; fakat geleceğe yolculuğu unutmaz hiçbir zaman kalbi. kalpte olan gelecek'ti, ümitlerdi, yani sen'din. ölürken de muhtemelen yaşadığı hayatı değil, muhtemelen karşılaşacağı şeyleri düşünür. hep gelecek ve hep yeni ümitler. ufacık bir inancın ışığı bile yeterdi kimisinin mezarını aydınlatmaya, kurtuluş varken bile yatmaya devam etmeye. kimisi ölü gezerdi bazen işte.kısaca, gelecek olanın mutluluğunu, geçmiş olanın acısıyla karıştırır, insana içirirdi ümit.
ümit... yalnızca ümidi, ümit edebilenindi. madem ümitsiz yaşanmazdı, o zaman ümidi yaşatan da ümitti. ve sonsuz tekrir... ilk adım bundan zordu, gerisi pek de yoktu aslında. benlik kaybolur ümit yaşardı böylece. ham'ı pişirir pişirdiğini yakardı böyle ümit. geri kalanlar, yalnızca korkunun korkusundan dolayı korkmadan yapılan hayallerdi. kısırdı, öksüzdü, süreksizdi, ısmarlamaydı... aynı Aşk gibi kendinden başka bir gaye arayan ümit kendi kendini bitirirdi. ölmeyi ümit eden en fazla ne kadar ümit edebilirdi ki?
-bu yazıdaki her şey yalandır yazanın gözünde, çünkü ümidi ve zıddını tam manasıyla hissedememiştir. hayata ters köşeden bakıldığı için ters yazılmıştır. okuyucunun, bu gereksiz yazının gerekli yerlerini kendi içinde düzeltmesi "ümit" edilir.
ümit... beklemek gerektirirdi, sabır isterdi, kısa yaşam, uzun ölümler yaşatırdı. gerçeğe başkaldırmak tadında olmuşluğu ilginçti. idama giderken bile bir çocuğun gözüne kaçardı sen ölürken. başka yol var mıydı peki? elbette yoktu, ümit edenlere yol çoktu, ümitsizlere yola gerek yoktu. bütün materyal gerçeklerimizi atsak bile, kandırdığımız kadar mutluyduk hayatta kendimizi. zaman yoktu, yürümek yoktu, yol yoktu, bir yokuşlu yolda yürüdüğüne inanmak vardı, yolun devamını ümit etmek vardı.yokuşlar terletirdi, sabır terimizi silerdi, beklemek yorgunluğu alırdı. yol çoktu inanana, ümit etmeyi bilene.
ümit... kararsızlığa iterdi, buhranlara sokardı. geleceğe attığımız halatlardı ümitler. pek oynama kabiliyetimiz yoktu, çünkü geleceksiz olmaktan korkardı ademoğlu. her anı geçmişe yorar aklı; fakat geleceğe yolculuğu unutmaz hiçbir zaman kalbi. kalpte olan gelecek'ti, ümitlerdi, yani sen'din. ölürken de muhtemelen yaşadığı hayatı değil, muhtemelen karşılaşacağı şeyleri düşünür. hep gelecek ve hep yeni ümitler. ufacık bir inancın ışığı bile yeterdi kimisinin mezarını aydınlatmaya, kurtuluş varken bile yatmaya devam etmeye. kimisi ölü gezerdi bazen işte.kısaca, gelecek olanın mutluluğunu, geçmiş olanın acısıyla karıştırır, insana içirirdi ümit.
ümit... yalnızca ümidi, ümit edebilenindi. madem ümitsiz yaşanmazdı, o zaman ümidi yaşatan da ümitti. ve sonsuz tekrir... ilk adım bundan zordu, gerisi pek de yoktu aslında. benlik kaybolur ümit yaşardı böylece. ham'ı pişirir pişirdiğini yakardı böyle ümit. geri kalanlar, yalnızca korkunun korkusundan dolayı korkmadan yapılan hayallerdi. kısırdı, öksüzdü, süreksizdi, ısmarlamaydı... aynı Aşk gibi kendinden başka bir gaye arayan ümit kendi kendini bitirirdi. ölmeyi ümit eden en fazla ne kadar ümit edebilirdi ki?
-bu yazıdaki her şey yalandır yazanın gözünde, çünkü ümidi ve zıddını tam manasıyla hissedememiştir. hayata ters köşeden bakıldığı için ters yazılmıştır. okuyucunun, bu gereksiz yazının gerekli yerlerini kendi içinde düzeltmesi "ümit" edilir.
11 Eylül 2012 Salı
Eylül Sahnesi
Aşkının azizliği,
aklımın acizliği vardı.
İçimde binbir hikaye,
yaşanmayı bekleyen bir masal,
Bir yaprak vardı,
süzülüp bir parmağa dolanan,
Taşlar vardı sahilde
bir de, dudağından bir ruh bekleyen
Ayaklarının altında
anlamını bulmuştu taşlar…
Denizin bir ayiniydi yakamoz
izlenmeyi bekleyen
Hayatlar vardı
yaşanmak için anlatılan
Bir de aşklar vardı
bulmak için kaybedilen
Yalnızlıklar vardı
sonra,
Bir yalnızla başka
hiçbir şeye değişilmeyen.
Kuşların su içmesi
vardı,
Kuş sesinde huzur
vardı...
Kelimeler vardı bir de
Gözlerin cesaretini
bastıran kelimeler,
Yüreğe ihanet ederdi
kelimeler,
Kimisi seni beklerdi,
bir vasfa bürünmek için;
Kimisi akıp giderdi;
Sahne gözlerindi bazen
Akşamüzerleri vardı,
kahvenin hatırası
Kahvenin köpüğünde
erimiş hatıralar vardı
Çocukluğumuz vardı iki
salıncak ipi arasında,
Sallandıkça sallayan
bütün gururu;
Odalar vardı kimi evlerde,
kapısı hep açık duran,
Üstüne kapanıp
açılmamayı bekleyen;
Oteller vardı
şehirlerde bir gecelik olan,
Bir gecede kurulmuş
muhabbetler vardı,
Geceler vardı bazen
içinden dolunay fışkıran...
Kitaplar vardı, bir de
filmler,
İnsanlar vardı
hayatından bir parça arayan;
Parçalar vardı hayatta
bir kitaptan ya da filmden...
Bir satırda hayat, bir
sahnede istanbul vardı.
Başka şehirler de
vardı kartpostallarda
Gizledikleri sokakları
vardı, günahlar yazardı duvarlarında
Bazı evlerin duvarı geceleri
konardı sokaklara...
Aylar vardı daha
sonra,
Bazıları zelil
hikayeler içindi yalnızca,
Fakat Eylül de vardı,
hayatta bir seni çeken
Zaman içinde zaman
vardı Eylül’de
Eylül’de hayaller
vardı, boğazda esinti vardı
Kollarda ürperti,
dizlerde yorgunluk vardı..
Ellerin vardı bir de
sıcak bir çağlayan akıtan ruh’a
Fikir sancıları vardı,
bulantılar vardı bunaltı vakitlerinde
Ellerinde vardı yalnızca,
bütün acıları içinde kaybeden...
Ölümler vardı, anlamı
ardından gelen,
Zamanın zamanını
dolduran ölümlerdi bazen.
Zamanı sigara
izmaritiyle saymak vardı;
Bitmeyen zamanlar da
vardı dumanda dirilen;
Ölüm dahi tatlıydı ama
bazen.
Susardın bazen,
düşlerce susardın...
Düşünü düşleyememek
vardı,
Yalnızca düşlerin
yaşattığı bazı insanlar vardı...
Sen vardın, günler,
aylar, yıllar...
Hayalin vardı,
doğmayan bir bebek misali;
Bebekler vardı dolunay
misali
Sen vardın,
bekleyişler, özleyişler, avunmalar vardı.
Günün batımı vardı
ölümü bekleten,
Günün batımında vardı
ölümü güzelleştiren.
Mutlu olmayı hatırlamak
vardı;
Huzurdan kurtulabilmek
vardı....
Yokluk sahneleri
vardı, oyunlar vardı tek kişilik,
Tek bir kişiye
sığabilmek,
Yalnız, aşk'a sığınabilmek vardı...
5 Eylül 2012 Çarşamba
Aşeka
İnsanlardan öylesi de vardır ki, Allah'ın rızasını kazanmak için kendini feda eder... (Bakara 207)
Bazı rivayetler vardır, doğruluğunu önemsemeyiz çünkü her doğruyu doğru yapan onu kabul edişimiz ona yapışır direk. Başka bir deyişle, onun aksini kabul etmeyi gönlümüz kabul etmez. "Aşeka" da yüreğe yapışan bir "doğru" gibi, ağaca yapışan bir sarmaşıktır. sarar, sarmalar, sardıkça büyür, büyüdükçe biraz daha sarmalar, suyunu emer, kısaca: ağacın can'ını alıp canan'ı yapan bir sarmaşık. Rivayet de bunun üzerinedir. Aşk kelimesinin geldiği kelime olarak rivayet eylenir.bütün doğrular gibi bunun doğruluğunun da canı cehenneme deyip anlamakla başlamalı işe.
Ufak bir tefekkürle anlayacağımız gibi, bu gerçekliğin insana yansıması: "insanın suyu" olan benliğini içmesidir Aşeka'nın. İnsan'ın nice denizlerden kopup gelen yağmurlarla biriktirdiği suları bir sarmaşığa feda etmesidir aşk. Benliği bir şeylerin potasında eritebilmektir aşk. 1 ile 1'in toplamının 1 edebilmesidir aşk. İki yalnızın bir yalnızlıkta buluşması ya da kendini feda etmektir aşk. Aşeka için suyundan vazgeçen ağaçtır aşk. en sonunda ikisini de öldüren susuzluktur aşk. Fakat bilinmelidir ki ağaç aşekalar için yaratılmıştır ve ağaçtan daha erken doğup daha geç ölen yine aşekadır.
Çok basit ve anlamlı bir söz: "Yalnızız". Yalnız gelip yalnız gideriz, aslında yalnız da yaşarız belli bir yüzeye kadar. Doğarken bizi kucağına alanları, kucağımıza alıp koyarız mezara. o kadar yalnız yaşarız ki ölmeyi dahi dileriz öleceğimizden emin olmamıza rağmen çünkü değişen bir şey olmazsa biz insanlar hep daha olmayanı seçeriz. Bir zaman sonra bu yalnızlık artık "çekemeyeceğimiz bir yük" haline gelir. Dünya gibi bir zehri tatlandırıp içmek isteriz. Bunun için Aşk'landırrız kendimizi her zaman bir şeylere. Ben'lik fazla gelir bizlere, kurutmak isteriz bazı kısımlarımızı bu yüzden de bir Aşeka illaki buluruz kendimize. Hangi Aşeka'yı seçtiğindir bu yüzden seçimlerin ve zamanla da benliğin.
Yok olamayan benlik ancak kaybolur bir yerlere, bir Aşeka'ya. Ne zaman dışarlarda aransa da bulunamamasının nedeni de budur benliğin.Çünkü, hemen dibimizde biten Aşeka'dadır aradığımız benliğimiz. Belki de budur sebebi bütün öğretilerin "kendini bulma" ile başlaması? İnsan, taşıyacak kadar güçlü değil malesef bütün benliğini(yalnızlığını) kendinde. Bundan dolayı da yine kendinden büyütüp ama içine sığdıramadığında aramalıdır kendini. Burada bir ikilik olduğunu da kesinlikle düşünülmemesini rica ediyorum.
Biraz toparlayacak olursak, acı gelen benliği daha acı olmasına rağmen bir var ettiğimizde kaybetmektir aşk. Kısaca, Kendin için, Kendine, Kendini feda etmektir de diyebiliriz. (Eminim ki İnsan-lar ayetle bağlantıyı kurabilmişlerdir.) Niyazi'den bir parça ile sanırım daha iyi anlaşılacaktır: "Öyle sanırdım ayriyem,dost gayridir ben gayriyem-Benden görüp işideni bildim ki ol canan imiş"
Bu kadar soyut bir konuya, somutlaştırma yapmanın gereksiz olduğunu düşündüm. içinde kaybolduğumuz bir konunun da içinden çıkmamın imkansız olduğunu bildiğim için uzatmak istemedim. Ehl-i Aşk zaten bu yazıyla yalnızca hatırlarlar. Mevlana hazretlerinin "aşk nedir?" sorusuna cevabıyla bitirmek istiyorum: "Ben ol da Bil!"
4 Eylül 2012 Salı
Bilge'ye mektup...
Tehlikeli Oyunlar'dan,
``Sevgili bilge, bana bir mektup yazmış olsaydın, ben de sana cevap vermiş olsaydım. Ya da son buluşmamızda büyük bir fırtına kopmuş olsaydı aramızda ve birçok söz yarım kalsaydı, birçok mesele çözüme bağlanamadan büyük bir öfke ve şiddet içinde ayrılmış olsaydık da yazmak, anlatmak, birbirini seven iki insan olarak konuşmak kaçınılmaz olsaydı. Sana, durup dururken yazmak zorunda kalmasaydım. Bütün meselelerden kaçtığım gibi uzaklaşmasaydım senden de. İnsanları, eski karıma yapmış olduğum gibi, büyük bir boşluk içinde bırakmasaydım. Kendimden de kaçıyorum gibi beylik bir ifadenin içine düşmeseydim. Bu mektubu çok karışık hisler içinde yazıyorum gibi basmakalıp sözlere başvurmak zorunda kalmasaydım. Ne olurdu, bazı sözleri hiç söylememiş olsaydım; ya da bazı sözleri hiç söylememek için kesin kararlar almamış olsaydım. Sana diyebilseydim ki, durum çok ciddi bilge, aklini basına topla. Ben iyi değilim bilge, seni son gördüğüm günden beri gözüme uyku girmiyor diyebilseydim. Gerçekten de o günden beri gözüme uyku girmeseydi. Hiç olmazsa arkamda kalan bütün köprüleri yıktım ve şimdi geri dönmek istiyorum, ya da dönüyorum cinsinden bir yenilgiye sığınabilseydim. Kendime, söyleyecek söz bırakmadım. Kuvvetimi büyütmüşüm gözümde. Aslına bakılırsa, bu sözleri kullanmayı ya da böyle bir mektup yazmayı bile, ne sen ne aşk ne de hiçbir şey olmadığı günlerde kendime yasaklamıştım. sen, aşk ve her şeyin olduğu günlerde böyle kararlar alınamazdı. Yasamış birinin ölü yargılarıydı bu kararlar. Şimdi her satırı, bu satırı da neden yazdım? Diyerek öfkeyle bir öncekine ekliyorum. Aziz varlığımı son dakikasına kadar aynı görüşle ayakta tutmak gibi bir görevim olduğunu hissediyorum. çünkü başka türlü bir davranışım, benimle küçük de olsa bir ilişki kurmuş, benimle az da olsa ilgilenmiş insanlarca yadırganacaktır. Oysa, sevgili Bilge, aziz varlığımı artık ara sıra kaybettiğim oluyor. Fakat yaralı aklım, henüz gidecek bir ülke bulamadığı için bana dönüyor şimdilik. Biliyorum ki, bu akıl beni bütünüyle terk edinceye kadar gidip gelen aziz varlık masalına kimse inanmayacaktır. Bazı insanlar bazı şeyleri hayatlarıyla değil, ölümleriyle ortaya koymak durumundadır. bu bir çeşit alın yazısıdır. Bu alın yazısı da başkaları tarafından okunamazsa hem ölünur ve hem de dünya bu olümün anlamını bilmez; bu da bir alın yazısıdır ve en acıklı olanıdır. Bir alın yazısı da ölümün anlamını bilerek, ona bu anlamı vermesini beceremeden ölmektir ki, bazı müelliflere göre bu durum daha acıklıdır. ben ölmek istemiyorum. Yaşamak ve herkesin burnundan getirmek istiyorum. Bu nedenle, sevgili bilge, mutlak bir yalnızlığa mahkûm edildim. (insanların kendilerini korumak için sonsuz düzenleri var. Durup dururken insanlara saldırdım ve onların korunma içgüdülerini geliştirdim.) hiç kimseyi görmüyorum. Albay da artik benden çekiniyor. ona bağırıyorum. (bütün bunları yazarken hissediyorum ki, bu satırları okuyunca bana biraz acıyacaksın. Fakat bunlar yazı, sevgili bilge; kötülüğüm, kelimelerin arasında kayboluyor.) geçen sabah erkenden albayıma gittim. Bugün sabahtan aksama kadar radyo dinleyeceğiz, dedim. Bir sure sonra sıkıldı. (insandır elbette sıkılacak. Benim gibi bir canavar değil ki.) bunun üzerine onu zayıf bulduğumu, benimle birlikte bulunmaya hakki olmadığını yüzüne bağırdım. (ben yalnız kalmalıyım. Başka çarem yok.) bazen Nurhayat hanım’a gidiyorum; karşılıklı susarak oturuyoruz. Konuşmamak ne iyi, bir bilsen. İnsan elbette konuşmak istiyor; dert yanmak, haklı çıkmak istiyor. Fakat kelimeleri insana ihanet ediyor, insan kendine ihanet ediyor. Kendinden nefret ediyor. Dul kadın iyi: bana kahve pişiriyor, sigaramı yakıyor. Onun yanında biraz huzura kavuşuyorum. Pilleri, kutusundan büyük bir radyosu var; onu dinliyoruz. Nurhayat hanim sıkılmıyor. Bazen dul kadının evinde, bir iki söz ettiğim oluyor: kendi kendime konuşur gibi. Nurhayat hanim hiç söze karışmaz; aman iste biri konuşmağa başladı varlığını ortaya koydu, dur ben de bir şeyler söyleyeyim kişiliğimi göstereyim gibi küçük çabalamalar içinde değildir dul kadın. Onunla oyunlar dinliyoruz radyodan. Yıllardır sesleri değişmeyen, fakat adları farklı olan oyuncuların piyesleri; ayni heyecanlı titreşimler, aynı yükselip alçalmalar. Sanki yıllardır sürüp giden uzun bir oyunu parça parça oynuyorlar. Kahkahalar atıyorlar - çocukluğumdan beri dinlediğim kahkahalar. aynı kapıları yıllardır açıp kapıyorlar. Ayıi güç durumlarda kalıyorlar. Yavaş konuş bizi duyacak diyorlar, siz burada ne arıyorsunuz bakalım diyorlar. Ben yalnız sesleri dinliyorum, anlamlarla ilgili değilim. Kuş sesi dinleyerek huzur duyanlar varmış; onlar gibiyim...``
nesnelliğe bulaştıkça daha da kayganlaşan korkularımıza...
``Sevgili bilge, bana bir mektup yazmış olsaydın, ben de sana cevap vermiş olsaydım. Ya da son buluşmamızda büyük bir fırtına kopmuş olsaydı aramızda ve birçok söz yarım kalsaydı, birçok mesele çözüme bağlanamadan büyük bir öfke ve şiddet içinde ayrılmış olsaydık da yazmak, anlatmak, birbirini seven iki insan olarak konuşmak kaçınılmaz olsaydı. Sana, durup dururken yazmak zorunda kalmasaydım. Bütün meselelerden kaçtığım gibi uzaklaşmasaydım senden de. İnsanları, eski karıma yapmış olduğum gibi, büyük bir boşluk içinde bırakmasaydım. Kendimden de kaçıyorum gibi beylik bir ifadenin içine düşmeseydim. Bu mektubu çok karışık hisler içinde yazıyorum gibi basmakalıp sözlere başvurmak zorunda kalmasaydım. Ne olurdu, bazı sözleri hiç söylememiş olsaydım; ya da bazı sözleri hiç söylememek için kesin kararlar almamış olsaydım. Sana diyebilseydim ki, durum çok ciddi bilge, aklini basına topla. Ben iyi değilim bilge, seni son gördüğüm günden beri gözüme uyku girmiyor diyebilseydim. Gerçekten de o günden beri gözüme uyku girmeseydi. Hiç olmazsa arkamda kalan bütün köprüleri yıktım ve şimdi geri dönmek istiyorum, ya da dönüyorum cinsinden bir yenilgiye sığınabilseydim. Kendime, söyleyecek söz bırakmadım. Kuvvetimi büyütmüşüm gözümde. Aslına bakılırsa, bu sözleri kullanmayı ya da böyle bir mektup yazmayı bile, ne sen ne aşk ne de hiçbir şey olmadığı günlerde kendime yasaklamıştım. sen, aşk ve her şeyin olduğu günlerde böyle kararlar alınamazdı. Yasamış birinin ölü yargılarıydı bu kararlar. Şimdi her satırı, bu satırı da neden yazdım? Diyerek öfkeyle bir öncekine ekliyorum. Aziz varlığımı son dakikasına kadar aynı görüşle ayakta tutmak gibi bir görevim olduğunu hissediyorum. çünkü başka türlü bir davranışım, benimle küçük de olsa bir ilişki kurmuş, benimle az da olsa ilgilenmiş insanlarca yadırganacaktır. Oysa, sevgili Bilge, aziz varlığımı artık ara sıra kaybettiğim oluyor. Fakat yaralı aklım, henüz gidecek bir ülke bulamadığı için bana dönüyor şimdilik. Biliyorum ki, bu akıl beni bütünüyle terk edinceye kadar gidip gelen aziz varlık masalına kimse inanmayacaktır. Bazı insanlar bazı şeyleri hayatlarıyla değil, ölümleriyle ortaya koymak durumundadır. bu bir çeşit alın yazısıdır. Bu alın yazısı da başkaları tarafından okunamazsa hem ölünur ve hem de dünya bu olümün anlamını bilmez; bu da bir alın yazısıdır ve en acıklı olanıdır. Bir alın yazısı da ölümün anlamını bilerek, ona bu anlamı vermesini beceremeden ölmektir ki, bazı müelliflere göre bu durum daha acıklıdır. ben ölmek istemiyorum. Yaşamak ve herkesin burnundan getirmek istiyorum. Bu nedenle, sevgili bilge, mutlak bir yalnızlığa mahkûm edildim. (insanların kendilerini korumak için sonsuz düzenleri var. Durup dururken insanlara saldırdım ve onların korunma içgüdülerini geliştirdim.) hiç kimseyi görmüyorum. Albay da artik benden çekiniyor. ona bağırıyorum. (bütün bunları yazarken hissediyorum ki, bu satırları okuyunca bana biraz acıyacaksın. Fakat bunlar yazı, sevgili bilge; kötülüğüm, kelimelerin arasında kayboluyor.) geçen sabah erkenden albayıma gittim. Bugün sabahtan aksama kadar radyo dinleyeceğiz, dedim. Bir sure sonra sıkıldı. (insandır elbette sıkılacak. Benim gibi bir canavar değil ki.) bunun üzerine onu zayıf bulduğumu, benimle birlikte bulunmaya hakki olmadığını yüzüne bağırdım. (ben yalnız kalmalıyım. Başka çarem yok.) bazen Nurhayat hanım’a gidiyorum; karşılıklı susarak oturuyoruz. Konuşmamak ne iyi, bir bilsen. İnsan elbette konuşmak istiyor; dert yanmak, haklı çıkmak istiyor. Fakat kelimeleri insana ihanet ediyor, insan kendine ihanet ediyor. Kendinden nefret ediyor. Dul kadın iyi: bana kahve pişiriyor, sigaramı yakıyor. Onun yanında biraz huzura kavuşuyorum. Pilleri, kutusundan büyük bir radyosu var; onu dinliyoruz. Nurhayat hanim sıkılmıyor. Bazen dul kadının evinde, bir iki söz ettiğim oluyor: kendi kendime konuşur gibi. Nurhayat hanim hiç söze karışmaz; aman iste biri konuşmağa başladı varlığını ortaya koydu, dur ben de bir şeyler söyleyeyim kişiliğimi göstereyim gibi küçük çabalamalar içinde değildir dul kadın. Onunla oyunlar dinliyoruz radyodan. Yıllardır sesleri değişmeyen, fakat adları farklı olan oyuncuların piyesleri; ayni heyecanlı titreşimler, aynı yükselip alçalmalar. Sanki yıllardır sürüp giden uzun bir oyunu parça parça oynuyorlar. Kahkahalar atıyorlar - çocukluğumdan beri dinlediğim kahkahalar. aynı kapıları yıllardır açıp kapıyorlar. Ayıi güç durumlarda kalıyorlar. Yavaş konuş bizi duyacak diyorlar, siz burada ne arıyorsunuz bakalım diyorlar. Ben yalnız sesleri dinliyorum, anlamlarla ilgili değilim. Kuş sesi dinleyerek huzur duyanlar varmış; onlar gibiyim...``
nesnelliğe bulaştıkça daha da kayganlaşan korkularımıza...
15 Ağustos 2012 Çarşamba
Hasta olduğun için değil hayatta olduğun için öleceksin... (Lucius Seneca)
Kitap okumayı neredeyse unuttuğum şu son zamanlarda beni hayata bağlayan, fikirlerimi perçinleyen, bana sen de haklısın diyen bir kitap oldu Cehenneme Övgü. Bir arkadaşımın tavsiyesiyle geçen sene almıştım sahaflardan. Sahafların bilindik rutubet, toz ve sarı kağıt karışımı kokusuyla duruyordu köşede, yaz okulunun sıcağı kitabın rutubetini alsın diye kapağını açtım. Açış o açış...
Yazar, eski bir Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyesi olan ve oradan istifa ederek Avrupa'ya giden bir psikolog : Gündüz Vassaf. Muhteva ise hayatımızın her köşesine girmiş olan totaliter düşünce, nasıl istemeden ve farketmeden de olsa onun kurbanı olduğumuz, aslında bize normal gözüken çoğu şeyin, totaliter ve aslında anormal olması gereken şeylerin algımızda bir şekilde-alışma, duyarsızlaşma- normalleştiğini iddia eden denemeler...
Bu iddialar arasında, evimizdeki odaların düzeni, -mesela yazar diyor ki, evimizde bile totaliterizmin kölesiyiz, çünkü evler odalara bölünmüştür, yatak odasında yatarsın mutfakta yemek yersin, oturma odasında oturursun, birbirleriyle gün içinde haşır neşir olan insanlar geceleri tamamen ayrıdırlar, bu klasik bir totaliter düşüncenin ürünüdür,- ya da yarattığımız kahramanlar, hainler, kullandığımız sözcükler... her şey... Aşk, delilik, akıl üzerine çok enteresan düşünceler ortaya koymuş yazar. İktidarların üzerimizde bilgi ile kurdukları bir baskıya dair bir cümle beni çok etkiledi: "Biz gerçeğin kendisiyiz. Bırakın oyunlarını oynasınlar. İktidarların en önemli korkusu muhalefet değil, ciddiye alınmamaktır."
Kitabın hoşuma giden bir denemeler demeti de ölümle alakalı olanlardı. Her bölüm gibi bu bölüm de klasik bir tablo ile başlıyor: Bisikletçilerin Cüreti, Jose Guadalupe Pasada(1889).
"Hasta olduğun için değil yaşadığın için öleceksin" sözü ile başlıyor bu bölüm. Bize böylesine yakın olan ölüm üzerine neredeyse hiç düşünmüyoruz. Ölüm her an herkesin başına gelebilir. Ölüm mutlaka olacaktır. Her saniye bizi ona yaklaştırmaktadır, diyor. Ölümün unutturulmaya çalışıldığı bir yaşam düzeni ortaya çıktığını söylüyor. Bunun da hareket serbestimizi, özgürlüğümüzü kısıtladığını iddia ediyor. Dinlerin ve aynı şekilde ateizmin de insandaki ölüm korkusunu azaltmaya çalıştığını belirtiyor. Şöyle ki dinler, ahiret inancıyla, ateizm ise bilim, teknoloji vs ile ölümün arkasındaki bilinmezlik perdesini kaldırmak için uğraşıyor. Böylelikle en korkutucu yanı bilinmezliği olan ölümün ve sonuçlarının daha önceden kestirilebilmesi için çalışıyorlar.
İnsanlardaki ölüm korkusunun olmasının değil, olmasının engellenmesinin bir hata olduğu üzerine bir bölüm aslında bu. Hayatta varlığından %100 emin olabileceğimiz, gerçekleşmesi olasılığı 1/1 olan, ne olursa olsun hiçbir mahlukun kurtulamayacağı belki de tek şey olan ölümün, dünyadaki bir çok ufak tefek zevkler, olaylar, gerçek sanılan ve aslında sadece zahirden ibaret olan bir çok şeyle unutulmaya çalışılmasına dair.
Burada değinmeden geçmeyeceğim bir şey var: İnsan zihninin durumu. İnsan zihni, varlığa programlıdır, insan yokluğu tasavvur edemez. İsterseniz bir deneyin, hiçbirşeyin olmadığı bir boşluk düşünün. Aklınıza en iyi ihtimalle boş bir siyahlık, boş bir beyazlık gelecektir. Ama oralarda bile, beyazlık veya siyahlık vardır.
İnsan zihnini tabula rasa yani boş bir levhaya benzeten, ve yaşantılarımızın bu levhayı doldurduğunu söyleyen J. Locke'un mutlak doğru bilginin imkanlı olduğuna dair bu yaklaşımı yukarıyı destekler nitelikte. Eğer ki varlık aleminde yaşıyorsak, yokluğun zihnimize işlenmesi ve zihnin onu tasavvur etmesi imkansız olacaktır.- Pek alakasız olacak ama, tahminimce tamamen mutlak yokluğu tasavvur edebildiğimiz anda, tamamen mutlak ve tek varlığı da direkt olarak tasavvur edebiliriz. Bu şartlı önermede tersten yürürsek, şu anki yaşam şartları itibariyle yine yokluğu tasavvur edebilme olasılığımız 0-
Velhasıl işte bu bilinmezlik, ölümü korkulan ve sakınılan bir hale getiriyor. Var olan bir ben'in yokluğu ister istemez bizi korkutuyor. Ama bu korku yazarın fikrine göre özgürlüğün biricik dayanağı. Çünkü bu korku insanı aksiyon almaya itiyor. Sonsuza dek yaşama düşüncesi bizi tembelleştiriyor.
Son paragraf ise yine hoş olmuş;
"Yirminci yüzyılın moda yaşam güvencesi otomobillerdeki emniyet kemerlerinde, sigara içmemekte, kolesterolsüz yemeklerde ve genel olarak "sağlıklı yaşam" anlayışında kendini gösteriyor. Ölümü yadsımanın, ölümsüzlüğe öykünmenin, en acizane arayışları türümüzün yok olup olmama ikilemiyle aynı anda gündeme geliyor. Ölümü yadsıyarak, ölümü gülünç ve çaresiz çabalarla ertelemeye çalışarak, hayata körleşiyoruz."
Mevzusu geçmişken küçük bir alıntı;
سورة الأنبياء ۳۵.) كُلُّ نَفْسٍ ذَائِقَةُ الْمَوْتِ)
Olur da kitabı almak istersiniz diye... idefix linki:
http://www.idefix.com/kitap/cehenneme-ovgu-gunduz-vassaf/tanim.asp?sid=W530G4ZSL77WBDNFG9QE
10 Ağustos 2012 Cuma
Ati'yi Karanlık Görerek Azmi Bırakmak
"Oğullarım: Gidiniz de Yusuf'la kardeşini araştırınız; hem sakın Allah'ın inayetinden ümidinizi kesmeyiniz.zira,kâfirlerden başkası Allah'ın inayetinden ümidini kesmez.
(Yusuf, 87)
Âtiyi karanlık görerek azmi bırakmak...
Alçak bir ölüm varsa, emînim, budur ancak.
Dünyâda inanmam, hani görsem de gözümle.
İmânı olan kimse gebermez bu ölümle:
Ey dipdiri meyyit, 'İki el bir baş içindir.'
Davransana... Eller de senin, baş da senindir!
His yok, hareket yok, acı yok... Leş mi kesildin?
Hayret veriyorsun bana... Sen böyle değildin.
Kurtulmaya azmin neye bilmem ki süreksiz?
Kendin mi senin, yoksa ümîdin mi yüreksiz?
Âtiyi karanlık görüvermekle apıştın?
Esbâbı elinden atarak ye'se yapıştın!
Karşında ziyâ yoksa, sağından, ya solundan
Tek bir ışık olsun buluver... Kalma yolundan.
Âlemde ziyâ kalmasa, halk etmelisin, halk!
Ey elleri böğründe yatan, şaşkın adam, kalk!
Herkes gibi dünyâda henüz hakk-i hayâtın
Varken, hani herkes gibi azminde sebâtın?
Ye's öyle bataktır ki; düşersen boğulursun.
Ümîde sarıl sımsıkı, seyret ne olursun!
Azmiyle, ümidiyle yaşar hep yaşayanlar;
Me'yûs olanın rûhunu, vicdânını bağlar
Lânetleme bir ukde-i hâtır ki: çözülmez...
En korkulu câni gibi ye'sin yüzü gülmez!
Mâdâm ki alçaklığı bir, ye's ile sirkin;
Mâdâm ki ondan daha mel'un daha çirkin
Bir seyyie yoktur sana; ey unsur- îman,
Nevmid olarak rahmet-i mev'ûd-u Hudâ'dan,
Hüsrâna rıza verme... Çalış... Azmi bırakma;
Kendin yanacaksan bile, evlâdını yakma!
Evler tünek olmuş, ötüyor bir sürü baykuş...
Sesler de: 'Vatan tehlikedeymiş... Batıyormuş! '
Lâkin, hani, milyonları örten şu yığından,
Tek kol da yapışsam demiyor bir taraftan!
Sâhipsiz olan memleketin batması haktır;
Sen sâhip olursan bu vatan batmayacaktır.
Feryâdı bırak, kendine gel, çünkü zaman dar...
Uğraş ki: telâfi edecek bunca zarar var.
Feryâd ile kurtulması me'mûl ise haykır!
Yok, yok! Hele azmindeki zincirleri bir kır!
'İş bitti... Sebâtın sonu yoktur! ' deme, yılma.
Ey millet-i merhûme, sakın ye'se kapılma.
14 Mart 1913
Mehmet Akif Ersoy
Atinin karanlığı değil; karanlığın atisi olmaz. ikisi aynı anda sende hiç olmaz.
(Yusuf, 87)
Âtiyi karanlık görerek azmi bırakmak...
Alçak bir ölüm varsa, emînim, budur ancak.
Dünyâda inanmam, hani görsem de gözümle.
İmânı olan kimse gebermez bu ölümle:
Ey dipdiri meyyit, 'İki el bir baş içindir.'
Davransana... Eller de senin, baş da senindir!
His yok, hareket yok, acı yok... Leş mi kesildin?
Hayret veriyorsun bana... Sen böyle değildin.
Kurtulmaya azmin neye bilmem ki süreksiz?
Kendin mi senin, yoksa ümîdin mi yüreksiz?
Âtiyi karanlık görüvermekle apıştın?
Esbâbı elinden atarak ye'se yapıştın!
Karşında ziyâ yoksa, sağından, ya solundan
Tek bir ışık olsun buluver... Kalma yolundan.
Âlemde ziyâ kalmasa, halk etmelisin, halk!
Ey elleri böğründe yatan, şaşkın adam, kalk!
Herkes gibi dünyâda henüz hakk-i hayâtın
Varken, hani herkes gibi azminde sebâtın?
Ye's öyle bataktır ki; düşersen boğulursun.
Ümîde sarıl sımsıkı, seyret ne olursun!
Azmiyle, ümidiyle yaşar hep yaşayanlar;
Me'yûs olanın rûhunu, vicdânını bağlar
Lânetleme bir ukde-i hâtır ki: çözülmez...
En korkulu câni gibi ye'sin yüzü gülmez!
Mâdâm ki alçaklığı bir, ye's ile sirkin;
Mâdâm ki ondan daha mel'un daha çirkin
Bir seyyie yoktur sana; ey unsur- îman,
Nevmid olarak rahmet-i mev'ûd-u Hudâ'dan,
Hüsrâna rıza verme... Çalış... Azmi bırakma;
Kendin yanacaksan bile, evlâdını yakma!
Evler tünek olmuş, ötüyor bir sürü baykuş...
Sesler de: 'Vatan tehlikedeymiş... Batıyormuş! '
Lâkin, hani, milyonları örten şu yığından,
Tek kol da yapışsam demiyor bir taraftan!
Sâhipsiz olan memleketin batması haktır;
Sen sâhip olursan bu vatan batmayacaktır.
Feryâdı bırak, kendine gel, çünkü zaman dar...
Uğraş ki: telâfi edecek bunca zarar var.
Feryâd ile kurtulması me'mûl ise haykır!
Yok, yok! Hele azmindeki zincirleri bir kır!
'İş bitti... Sebâtın sonu yoktur! ' deme, yılma.
Ey millet-i merhûme, sakın ye'se kapılma.
14 Mart 1913
Mehmet Akif Ersoy
Atinin karanlığı değil; karanlığın atisi olmaz. ikisi aynı anda sende hiç olmaz.
5 Ağustos 2012 Pazar
Kadıköy Vapuru
Süzülür de düşer bir ok misali Üsküdar'a,
Süleymaniye minarelerinden gün batımı.
Bir günün salası çarpar denize,
Bakır renkli boğazı yırtar da gidersin bir vapurla,
Bir şarkı dudaklarında en istanbulundan,
Ayakta durmaktan yorgun Ayasofya gözlerinde,
Bir dinçlik yüreğinde, ihtiyarlığı tatmamış Moda'dan,
Bedeninde günah, kaçsan da çeken beyoğlu'ndan
Kulaklarında sessizlik, karın sesini kesen Karacaahmet'ten
Zihninde sanki bir kadıköy, raylar kadar karışık
Dışarda karınca yuvası gibi adalar ,
Karınca misali insanlar içerde,
Sesli şehirde, sessiz bir hüzünle;
Sesli şehrin, sessiz denizi içinde...
Süleymaniye minarelerinden gün batımı.
Bir günün salası çarpar denize,
Bakır renkli boğazı yırtar da gidersin bir vapurla,
Bir şarkı dudaklarında en istanbulundan,
Ayakta durmaktan yorgun Ayasofya gözlerinde,
Bir dinçlik yüreğinde, ihtiyarlığı tatmamış Moda'dan,
Bedeninde günah, kaçsan da çeken beyoğlu'ndan
Kulaklarında sessizlik, karın sesini kesen Karacaahmet'ten
Zihninde sanki bir kadıköy, raylar kadar karışık
Dışarda karınca yuvası gibi adalar ,
Karınca misali insanlar içerde,
Sesli şehirde, sessiz bir hüzünle;
Sesli şehrin, sessiz denizi içinde...
1 Ağustos 2012 Çarşamba
sokak
bugün de üşüyorum,
hayalsiz gözler sokağında.
takılan yüzler maskelerin üzerine
her yüz donmuş, her sıcaklık kaybolmuş;
gelmeden tekrar gitmiş eller,
yaklaşan dudaklar,
çiğ et kokan nefesler,
ölü doğmuş aşklar ve anılar;
gecenin örtemediği günahların
eşiğinde çırpınan, sözde anlaşan mahluklar...
bugün de üşüyorum
çürümüş zihinler sokağında
sonsuz arayışlar
yalanla, yalancı gerçek arasında,
boşuna sevmeler yıldızları
sahte güneşler alırken gözlerini,
acımasız sevinçler yeni doğana,
bir diğeri verirken canını;
hesapsızca kahkahalar saraylarında,
duymadan arka sokaklardaki çığlıkları...
bugün de üşüyorum,
kaybolmuş ruhlar sokağında.
büyüyen uçurumlar,
bir gözden diğerine en kısa mesafede;
körelen hislerle oynanan roller,
dolunayı alınmış bir gece sahnesinde;
çıkmayan yollara çeken ayaklar,
son nefesi unutturan rüzgarlarda;
muhabbeti tatmamış diller,
sabahlayan gecelerin şafağında...
bugün de üşüyorum,
yorgun düşünceler sokağında.
sabahı düşünmekten aciz gecelerde,
varlığından habersiz yokluklar;
yıldız aralarındaki şiirlere,
bir mısra daha eklemekten korkan parmaklar;
tek kanatla uçulmayan aşklara,
sevmeden sevilmeyi severek kalkışan yürekler;
mutluluğun marifet olduğu cehennemlerinde,
cennet özleminden susmayı anlamayan zihinler...
bugün de üşüyorum,
hayatın en boş sokağında.
kaldırımsız, insansız, ışıksız ...
"benim" demekten korkulan sevgilerde,
en derinlere kadar titreten acılar;
üşümemenin imkansız olduğu tipilerde,
büründükçe üşüten gerçekler;
hayat denilen hayallerin ellerinde,
bırakmaktan çekinilmeyen inançlar;
her adımın bir çizik attığı yüzlerde,
sırlarların gizlendiği mezarlar ...
hayalsiz gözler sokağında.
takılan yüzler maskelerin üzerine
her yüz donmuş, her sıcaklık kaybolmuş;
gelmeden tekrar gitmiş eller,
yaklaşan dudaklar,
çiğ et kokan nefesler,
ölü doğmuş aşklar ve anılar;
gecenin örtemediği günahların
eşiğinde çırpınan, sözde anlaşan mahluklar...
bugün de üşüyorum
çürümüş zihinler sokağında
sonsuz arayışlar
yalanla, yalancı gerçek arasında,
boşuna sevmeler yıldızları
sahte güneşler alırken gözlerini,
acımasız sevinçler yeni doğana,
bir diğeri verirken canını;
hesapsızca kahkahalar saraylarında,
duymadan arka sokaklardaki çığlıkları...
bugün de üşüyorum,
kaybolmuş ruhlar sokağında.
büyüyen uçurumlar,
bir gözden diğerine en kısa mesafede;
körelen hislerle oynanan roller,
dolunayı alınmış bir gece sahnesinde;
çıkmayan yollara çeken ayaklar,
son nefesi unutturan rüzgarlarda;
muhabbeti tatmamış diller,
sabahlayan gecelerin şafağında...
bugün de üşüyorum,
yorgun düşünceler sokağında.
sabahı düşünmekten aciz gecelerde,
varlığından habersiz yokluklar;
yıldız aralarındaki şiirlere,
bir mısra daha eklemekten korkan parmaklar;
tek kanatla uçulmayan aşklara,
sevmeden sevilmeyi severek kalkışan yürekler;
mutluluğun marifet olduğu cehennemlerinde,
cennet özleminden susmayı anlamayan zihinler...
bugün de üşüyorum,
hayatın en boş sokağında.
kaldırımsız, insansız, ışıksız ...
"benim" demekten korkulan sevgilerde,
en derinlere kadar titreten acılar;
üşümemenin imkansız olduğu tipilerde,
büründükçe üşüten gerçekler;
hayat denilen hayallerin ellerinde,
bırakmaktan çekinilmeyen inançlar;
her adımın bir çizik attığı yüzlerde,
sırlarların gizlendiği mezarlar ...
24 Temmuz 2012 Salı
ben ve biz
İnsanlığın babadan gelme
bir şeyin olmadığını hala öğrenemeyen babası da insan olan varlıkların, kendini
gerekli ehliyette görüp insanlığa yol çizmesine şaşırmamalı. Her an “biz”ler
yaratılıyor, her an “ben”ler bir yerlerde farkında olmadan kaybediliyor.
Ben olmadan biz olmaya daha ne kadar devam edeceğiz? Ve en kötüsü bizi dahi “onlar”ı
yaratarak keşfediyoruz. Kendine insanoğlu diyen insan olamamış varlıkların,
daha ne kadar bu denli kendisine yabancı yaşamaya devam edeceğini çok merak
ediyorum. Albert Camus’nun deyişiyle, “ insan, ne ise o olmayı reddeden tek
varlıktır.” Ve bu varlık Peyami Safa’nın deyişiyle kendisine hiçbir çağda bu
kadar uzak olmadı.
Bütün öğretilerin “kendini
bilme” ile başladığını herkes bana söyleyebilir. Bütün cevapların o’nda gizli
olduğunu da söyleyebilir. Fakat, kendini niye kendinde başka yerde aradığını
söyleyemez. Çünkü kendine ait bir nedeninin olması kendinde olmasını
gerektirir. Hayatımız, yüzlerce kulüp, parti, organizasyon, topluluk gibi
kitlelerin fikirleri arasında geçiyor. Ve zamanla bu fikir başka”lar”ının
fikri, hayat başkalarının buyurduğu hayat olmaktan ileri gitmiyor. İnsanlara
sevmediği bir iktidarın kötü işlerini sorsam, eminim ki bana onlarca neden
sayabilirler. Fakat “hayat” nedir? Aşk nedir? Nasıl bir benliğe sahipsin? Ya da
niye şunu seviyorsun? Diye sorsam ilk
soruya verdikleri cevabın onda birini veremeyeceklerine eminim. Artık “biz”leri
daha çok seviyoruz, daha çok tanıyoruz, temelsiz gökdelenler dikiyoruz. Bir depremde
yapmamış olduğumuz karşı karşıya kalınca doğal olarak, isyan buhranları
gerçekleştiriyoruz. İsyan etmeye isyan etmenin vakti gelmedi mi artık diye
sormuyoruz. Hayatım bu kadar ucuz mu diye düşünmüyoruz. Ya da başka bir insanın
hayatını onu yakarak ondan çalmaya neden olacak dünyada herhangi bir neden var
mı? Sen bile insanoğlu olabiliyorken karşıdakine nasıl çıban diyebilecek kadar
kendinden kopuk yaşayabiliyorsun? Hadi tamam kendinden geçesin vardı ve geçtin
peki İnsanı gaye almayan bir davanın bir insanın davası olmasına nasıl bu kadar
olur gözle bakıyorsun? Kendi benliğini daha bilmeden nasıl onu başka bir şeyin
potasında bu kadar rahat eritebiliyorsun?
Haklı olup olmamanın bir
eylem için yeterli ölçüt olduğu böylesine bir çağda insanlara niçin bu şekilde
hareket ettiğini sormak elbette saçmalık olur fakat onlara şu soruyu soruyorum “
cidden bu sizi doyuruyor mu?” huzurunuz ya da mutluluğunuz haklı olmayla
doyuyor mu? Hazret-i insanın, Hakk’ın
halifesinin kendini bu kadar” ruhsuzlaştırarak” hareket etmesi akıl alacak şey
mi? Ne kandırılmaya doydu insan, ne bizleştirilmeye, ne de sosyallik adı
altındaki kayboluşlara. İki gün hiç kimseyle konuşamayınca buhranlara giren,
internetsiz akşamı zor eden, facebook’taki beğenilme endişesinin kör ettiği,
hayatına değil olaylara yorum yapan, kendindeki sivilceyi yalnızca başkasında
görünce tiksinen, kendini kendi yolundan başka her yolda yürümeye zorlayan bir
insanla karşı karşıyayız. Kendini düşünmekten ziyade, başkasının kendisi
hakkında ne düşüneceğini düşünen sosyal-fobileşmiş ve sosyal-fobileştiren bir
insan…
Hadi şimdi şarkıyı filan
biraz kapatalım, bizim yürek diye adlandırdığımız anlaması zor yaşaması kolay
bir parçamız vardı, biraz da onun sesini dinleyelim. İleride dönüp arkamıza
baktığımızda, bizim başkalaşmak için yaşlandırdığımız bir beden, kendisine
başkalaşmış olduğumuz bir ruh ve durmadan başkalaştığı için ayak
uyduramadığımız topluluklar ( siz, biz, onlar) göreceğiz. Ey Hz. İnsan sana sorarım: “ senin hayatın nerde ve bu
hayatta sen nerdesin bana kendini kendi olduğun yerde gösterir misin?” bir çiçeğin açma sancısını, bir kadının doğum
sancısını, bir yoksulun açlık sancısını, bir günün batış şarkısını duymadan
bilmeden bir kumandaya uzanmak için bu kadar sancı çekme. Hayatındaki sen gibi
bir boşluğun yerini kıyafetin ve teknolojik malzemelerinle bu kadar doldurmaya
çalışmaya artık doymadın mı. İçindeki aç kalan ruhu sen doyurmazsan bil ki sana
“biz aslında senlerden oluşuyoruz” diyen benliksiz bizlerin doyurmasına elinde
olmadan izin vereceksin. Düşünüp uyanman, uyanıp düşünmen lazım.
23 Temmuz 2012 Pazartesi
Hayatımız hatırladıklarımızın toplamıdır.
Joshua Foer from Ted.com
Türkçe Çevirisi
Sizden gözlerinizi kapamanızı rica ediyorum.
Sokak kapınızın önünde duyduğunuzu hayal edin. Sokak kapınızın önünde duyduğunuzu hayal edin. Kapının rengini ve hangi malzemeden yapılmış olduğunu algılamanızı istiyorum. Kapının rengini ve hangi malzemeden yapılmış olduğunu algılamanızı istiyorum. Şimdi gözünüzde bisikletleri üzerinde bir grup şişman nüdist canlandırın. Çıplak bir bisiklet yarışındalar ve direkt olarak sokak kapınıza yönelmiş vaziyetteler. Bunu gerçekten görmenizi istiyorum. Pedalları çok hızlı çeviriyorlar, terliler hareket ettikçe yağları titriyor. Ve sokak kapınıza çarpıveriyorlar. Bisikletler etrafta uçuyor, yanınızdan tekerlekleri geçiyor, jantlar alakasız yerlere gidiyor. Kapınızın eşiğinden antreye, koridorunuza, diğer tarafta ne varsa oraya geçin ve ışığın kalitesinı takdir edin. Işık Kurabiye Canavarı'na vuruyor. Kurabiye Canavarı taba rengi bir atın eğerinde oturmuş size el sallıyor. Bu konuşan bir at. Mavi tüylerinin burnunuzu gıdıkladığını cidden hissedebiliyorsunuz. Ağzına atmak üzere olduğu yulaf ezmeli üzümlü kurabiyenin kokusunu duyabiliyorsunuz. Kurabiye Canavarı'nı geçin. Geçin ve oturma odasına yönelin. Oturma odanızda, tüm hayal gücünüzle, Britney Spears'ı canlandırın. Açık giyinmiş, sehpanızın üstünde dans ediyor ve "Hit Me Baby One More Time"ı söylüyor. Şimdi birlikte mutfağınıza gidiyoruz. Yerde sarı tuğlalardan bir yol var ve fırınınızdan "Oz Büyücüsü"nden Dorothy, Teneke Adam Korkuluk ve Aslan Adam el ele ve seke seke size doğru geliyorlar.
Tamam. Gözlerinizi açın.
Size her bahar New York'ta yapılan acayip bir yarışmadan bahsetmek istiyorum. İsmi the United States Memory Championship (Amerika Birleşik Devletleri Hafıza Yarışması). Birkaç sene önce bir bilim gazetecisi olarak nasıl bir şey olduğunu görmek için ve sanırım bunun bilgin insanların final maçları gibi bir şey olduğunu düşünerek ve sanırım bunun bilgin insanların final maçları gibi bir şey olduğunu düşünerek bu yarışmayı ziyaret ettim. Yaş ve temizlik konusunda çokça çeşitlilik gösteren bol miktarda erkek ve birkaç kadın vardı.
Sadece bir bakışta yüzlerce rakamı ezberliyorlardı. Bir sürü ama bir sürü yabancının isimlerini ezberliyorlardı. Bütün bir şiiri ezberlemeleri yalnızca bir kaç dakika sürüyordu. Karıştırılmış bir iskambil destesinde kağıtların sırasını kimin en çabuk ezberleyeceği konusunda yarışıyorlardı. Bu inanılmaz dedim. Bu insanlar sıra dışı canlılar olmalıydılar.
Yarışmacılardan bazılarıyla konuşmaya başladım. Bu Ed Cook diye bir adam. İngiltere'den geliyor ve oradaki en iyi eğitilmiş hafızalardan birine sahip. Ona dedim ki, "Ed, bir bilge olduğunu ne zaman farkettin?" Ona dedim ki, "Ed, bir bilge olduğunu ne zaman farkettin?" Ed, "Ben bilge değilim. Aslına bakarsan ortalama bir hafızaya sahibim. Bu yarışmaya katılan herkes sana ortalama bir hafızası olduğunu söyleyecektir. Her birimiz hafızanın bu üstün başarısını sergilemek için bir takım çok eski teknikler kullanarak kendimizi eğittik. Bu teknikler 2500 yıl önce Antik Yunan'da bulundu ve Cicero tarafından konuşmalarını, ortaçağ alimleri tarafından da kitapları baştan sona ezberlemek için kullanıldı." Ben de şaşırdım, "Nasıl yani? Nasıl daha önce bundan haberim olmadı?"
Yarışma salonunun dışında duruyorduk ve harika, zeki ama bir şekilde egzantrik olan ingiliz Ed ve harika, zeki ama bir şekilde egzantrik olan ingiliz Ed bana dedi ki: Josh, sen Amerika'lı bir gazetecisin. Britney Spears'ı bilir misin? Ben de, "Ne? Nasıl yani? Neden?" dedim. "Çünkü Britney Spears'a gerçekten ulusal televizyonda karıştırılmış bir iskambil destesindeki kağıtları ezberlemeyi öğretmek istiyorum. Bu bütün dünyaya herkesin bunu yapabileceğini kanıtlayacak."
Ben de dedim ki "Yani ben Britney Spears değilim, ama belki bana öğretebilirsin. Bir yerden başlamak gerekiyor, öyle değil mi?" İşte bu benim için çok ilginç bir yolculuğun başlangıcıydı.
Bir sonraki senemin çoğunu sadece hafızamı eğiterek değil ama aynı zamanda onu araştırarak, nasıl çalıştığını ve neden bazen çalışmadığını anlamaya çabalayarak ve potansiyelinin ne olabileceğini düşünerek geçirdim. ve potansiyelinin ne olabileceğini düşünerek geçirdim.
Çok değişik insanlarla tanıştım. Bu E.P. adında bir adam. Kendisi amnezik (bellek kaybı) ve çok büyük ihtimalle dünyadaki en zayıf hafızaya sahip. Hafızası o kadar kötü ki, bir hafıza problemi olduğunu bile hatırlamıyor, bu inanılmaz. Çok trajik bir figür olmasına rağmen kendisi hafızamızın bizi biz yaptığı gerçeğine açılan bir pencere.
Spektrumun diğer ucunda ise başka bir adam var. Bu Kim Peek. Dustin Hoffman'ın Rain Man filminde oynadığı karakter bu adamdan esinlenerek yaratılmış. Kendisiyle Salt Lake halk kütüphanesinde telefon rehberlerini ezberleyerek bir gün geçirdik. Oldukça enteresandı.
Sonra geri döndüm ve hafızayla ilgili çokça tez okudum. 2000 yıllık ve daha eski, latince, antik ve ortaçağlarda yazılmış tezler. Ve bir çok ilgi çekici şey öğrendim. Öğrendiğim en ilginç şeylerden biri şuydu ki; bir zamanlar eğitilmiş, yetiştirilmiş, işlenmiş hafızaya sahip olma fikri o kadar da yabancı bir fikir olarak görülmüyormuş. Bir zamanlar insanlar hafızalarına yatırım yapıyor, ve zorla akıllarını donatmaya uğraşıyorlarmış.
Son birkaç milenyumda çeşitli teknolojiler keşfettik: Alfabeden perşömene, yazılı eserlere, baskıya, fotoğrafa, bilgisayara ve akıllı telefonlara kadar. Bu teknolojiler hafızamızı haricileştirmeyi ve en nihayetinde bu temel insan kapasitesini dışarıdan almayı adım adım kolaylaştırdılar. Bu teknolojiler modern dünyayı mümkün kıldılar. Ama aynı zamanda bizi değiştirdiler. Bizi kültürel olarak değiştirdiler. Ve bizi bilişsel olarak da değiştirdikleri konusunda da tartışırım. Artık bir şeyleri nasıl hatırlayacağımızı unuttuk gibi görünüyor. Artık bir şeyleri nasıl hatırlayacağımızı unuttuk gibi görünüyor.
Dünya üzerinde hala eğitilmiş, yetiştirilmiş ve işlenmiş hafızaya tutkulu insanlar bulabileceğiniz son yerlerden biri kesinlikle bu tek hafıza yarışması. Aslında tek demek doğru değil, bunun gibi yarışmalar dünyanın her yerinde var. Büyülenmiştim, bu insanların bunu nasıl yaptığını merak ediyordum.
Birkaç yıl önce University College London'dan bir grup araştırmacı laboratuvara bir kaç hafıza şampiyonu getirmişlerdi. Bilmek istedikleri şey şuydu: Bu insanlar anatomik ve yapısal olarak bizimkinden farklı beyinlere mi sahiplerdi? Cevap hayırdı. Peki bizden daha mı zekilerdi? Onlara bir takım bilişsel testler verdiler, ve daha zeki oldukları sonucu da çıkmadı.
Ancak ortada bu hafıza şampiyonlarının ve kontrol gruplarının beyinleri arasında ilgi çekici ve etkili bir farklılık vardı. Deneklerı fMRI makinalarına koyduklarında (işlevsel manyetik rezonans) ve sayılar, insan yüzleri ve kar tanelerinin resimlerini ezberlerken beyinlerini taradıklarında buldular ki bu insanlar diğer insanlara göre beyinlerinin daha farklı bölümlerini çalıştırıyorlar. beyinlerinin daha farklı bölümlerini çalıştırıyorlar. Bakın, yalnızca uzamsal belleklerini kullanıyorlardı ya da öyle görünüyordu. Neden? Ve acaba geri kalanımızın bu durumdan öğrenebileceği bir şey var mı?
"Müsabaka tarzında ezberleme sporu" bir tür silahlanma yarışına benziyor. Her sene birileri daha çok şeyi daha hızlı öğrenmenin başka bir yolunu buluyor ve geri kalanlar ona yetişmeye çalışıyor.
Bu üç kere dünya hafıza şampiyonu olan arkadaşım Ben Pridmore. Önündeki masada 36 tane karıştırılmış iskambil destesi var ve bir saat içinde kendi geliştirdiği ve uzmanlaştığı bir teknikle kağıt sıralamasını ezberlemek üzere. Benzer tekniği rastgele dizilmiş 4,140 rakamın sıralamasını yarım saat içinde hatasız ezberlemek için kullanmıştı. hatasız ezberlemek için kullanmıştı. Evet.
Ve böyle yarışmalarda bir şeyleri ezberlemek için onlarca yöntem varken, her şey, bütün bu teknikler en nihayetinde psikologların detaylı kodlama diye adlandırdıkları bir yöntem altında birleştirildi.
Bu durum Baker/baker adlı şık bir paradoksla açıklanıyor. (İlk Baker özel isim, ikincisi fırıncı anlamında) Paradoks şu: İki kişiye aynı kelimeyi ezberlemelerini söylersem, size dersem ki, "Baker (isim) diye bir adam olduğunu unutma." Bu onun ismi. Ve size de "Fırıncı (meslek) bir adam var, bunu unutma" desem. Ve size eşit süre geçtikten sonra gelsem ve sorsam, "Az önce söylediğim kelimeyi hatırlıyor musunuz? Ne olduğu aklınızda mı?" İsminin Baker olduğu söylenen kişi aynı kelimeyi mesleğinin fırıncı olduğu söylenen kişiden daha nadir hatırlıyor. Aynı kelime, ama hatırlanma miktarı farklı; bu garip. Peki burada n'oluyor?
Şimdi, Baker ismi aslında size hiç bir şey ifade etmiyor. Kafatasınızda akmakta olan bütün hatıralardan bağımsız. Kafatasınızda akmakta olan bütün hatıralardan bağımsız. Fakat yaygın olan isim "fırıncı", fırıncıları biliriz. Fırıncılar komik beyaz şapkalar takarlar. Fırıncıların ellerinde un vardır. Fırıncılar işten eve geldiklerinde güzel kokarlar. Hatta bizzat bir fırıncı tanıyor bile olabiliriz. Ve bu kelimeyi duymamızla birlikte, bu ilişkilendirmeleri ve çağrışımları kelimeye yapıştırıyoruz. Bu çağrışımlar kelimeyi sonradan hatırlamamızı kolaylaştırıyor. Bütün bu hafıza yarışmalarında söz konusu olan Bütün bu hafıza yarışmalarında söz konusu olan ve günlük hayatta bir şeyleri daha kolay hatırlamamızı sağlayan şey isim olan Baker'ı meslek olan fırıncıya çevirebilmek. İçerik, anlam, önem yoksunu bilgiyi alıp onu öyle bir dönüştürmek ki onu öyle bir dönüştürmek ki daha önceden aklımızda olan şeyler ışığında bir anlam kazanabilsin.
Bunu yapmanın en sofistike tekniklerinden biri 2,500 yıl önce Antik Yunan'a kadar uzanıyor. Bu teknik hafıza sarayı olarak biliniyor. Bu eserin arkasında yatan hikaye şöyle: Simonides adlı bir şair bir yemeğe katılıyormuş. Aslında eğlence için tutulmuş, çünkü o zamanlar gerçekten çarpıcı bir parti vermek istendiğinde bir D.J değil, bir şair tutulurmuş. Şair ayağa kalkar, şiirini ezbere okur, kapıdan çıkar, tam o anda ziyafet verilen salon çöker, içerideki herkes ölür. Ölmekle kalmazlar, bedenleri artık tanınacak vaziyette değildir. Kimse içeride kimin olduğunu, içeridekilerin nerede oturduklarını söyleyemez. Cesetler düzgünce gömülemez. Bu bir araya gelmiş iki trajedi. Simonides, enkazın ortasında sağ kalan tek davetli gözlerini kapar, ve zihninin gözüyle yemekte hangi misafirin nerede oturduğunu görür. Yemektekilerin akrabalarını ellerinden tutar, ve her birini enkazın ortasındaki sevdiklerinin yanlarına götürür.
Simonides'in o anda farkettiği, sanırım hepimizin sezgisel olarak bildiği bir şey. O da şu ki; isimleri, telefon numaralarını ve çalışma arkadaşlarımızın talimatlarını kelimesi kelimesine ezberlemekte ne kadar kötü olursak olalım, gerçekten olağan üstü görsel ve uzamsal hafızalarımız var. Sizden az önce Simonides'le ilgili anlattığım hikayenin ilk on kelimesini saymanızı isteseydim, çok büyük ihtimalle zorlanacaktınız. Ama bahse girerim, sizden konuşan taba rengi atın üstünde kimin oturduğunu, ya da antrenizde şu anda kimin olduğunu sorsam cevabı gözünüzde canlandırabilirsiniz. cevabı gözünüzde canlandırabilirsiniz.
Hafıza sarayının arkasındaki fikir zihninizin gözünde bir yapı oluşturmak ve bu yapıyı hatırlamak istediğiniz şeylerle bayındırlaştırmak. Gördüğünüz ne kadar çılgın, garip, acayip, komik, dobra, kötü kokuluysa, hatırlamak da o kadar kolay olacaktır. Bu 2000 yıldan daha eski bir öneri ve en eski Latin hafıza tezlerinden biri.
Peki bunu nasıl yapabiliriz? Diyelim ki TED'de bir konuşma yapmaya davet edildiniz Diyelim ki TED'de bir konuşma yapmaya davet edildiniz ve bu konuşmayı ezbere yapmak istiyorsunuz. Tıpkı Cicero'nun 2000 yıl önce TedxRome'a davet edilmiş olsa yapacağı gibi. Kendinizi sokak kapınızın önünde hayal edebilirsiniz. Kendinizi sokak kapınızın önünde hayal edebilirsiniz. Ve aklınızda bu garip hafıza yarışmasını hatırlatmanızı ve ilk iş ondan bahsetmenizi sağlayacak oldukça çılgın, garip ve unutulmaz bir görüntü canlandırırdınız. Sonra evinize girerdiniz ve kurabiye canavarını görürdünüz; Bay Ed'in üzerinde. Ve bu da size arkadaşınız Ed Cook'tan bahsetmek istediğinizi hatırlatırdı. Daha sonra size bu komik anektdotu anlatmayı sağlayacak Britney Spears'ı görürdünüz. Sonra mutfağınıza giderdiniz, ve bahsetmek istediğiniz dördüncü konu o bir yıllık garip seyahatiniz ve bu seyahati hatırlamanıza yardımcı olacak arkadaşlarınız olurdu.
İşte Romalı konuşmacılar konuşmalarını bu şekilde ezberliyorlardı. Kelimesi kelimesine değil - çünkü bu sizi sadece batırır- onun yerine konu bazında. Aslında "ana fikir" deyimi Yunanca'nın "yer" anlamına gelen "topos" kelimesinden geliyor. Bu insanların konuşma ve hitaplarında bu şekilde uzamsal terimler kullanmalarının bir izi. "En başından" deyimi de sanki hafıza sarayınızın en başındaymış gibi görünüyor.
Bunun büyüleyici olduğunu düşündüm ve bu gerçekten ilgimi çekti. Birkaç hafıza yarışmasına daha gittim. Yarışmacıların alt kültürleriyle ilgili daha çok şey yazabileceğimi düşünüyordum. Ama bir sorun vardı. O da şuydu ki: hafıza yarışları patolojik olarak sıkıcılar. (Gülüşmeler) Aslında, bir grup insanın oturmuş SAT'ye girmeleri gibi bir şey. Biri şakaklarını ovuşturmaya başladığında ortam gerçekten çok dramatik oluyor. Ben bir gazeteciyim, hakkında yazacak bir şeylere ihtiyacım var. Bu insanların zihinlerinde inanılmaz şeyler olduğunu biliyorum, ama oraya geçişim yok.
Bu yüzden farkettim ki, eğer bu hikayeyi anlatacaksam onları biraz anlamam gerekiyor. Ve böylece her sabah gazetemi okumaya başlamadan önce bir 15 20 dakika kadar bir şeyleri hatırlamaya çalışmaya başladım. Belki bir şiiri, belki bit pazarından aldığım eski bir yıllıktaki isimleri. Ve bunun şaşırtıcı bir şekilde eğlenceli olduğunu farkettim. Bunu kesinlikle beklemiyordum. Eğlenceliydi, çünkü aslında hafızanızı eğitmekle ilgisi yoktu. Yaptığınız şey bu çok gülünç, dobra, eğlenceli, ve umarım unutulmaz olan resimleri zihninizin gözünde canlandırmak için hep daha fazla ve daha fazla uğraşmaktı. Ve ben kendimi buna kaptırdım.
Bu yarışmacı kostümümle çekilmiş bir fotoğrafım. Bir çift kulaklık ve taktığınızda iki küçük delik dışında etrafı göremediğiniz bir gözlük takıyorum. Çünkü dikkat dağılması bir hafıza yarışmacısının en büyük düşmanıdır.
Sonunda bir yıl önce keşfettiğim yarışmaya yarışmacı olarak katıldım. Bu deneyimimi bir tür katılımcı gazetecilik deneyi olarak yazabileceğim fikrindeydim. Bunun bütün araştırmalarımın güzel bir son sözü olabileceğini düşünüyordum. Fakat sorun şuydu: deneyim kontrolden çıktı. Hiç olmaması gereken yerde yarışmayı kazandım.
Şimdi konuşmaları, telefon numaralarını ve alışveriş listelerini ezberleyebilmek güzel bir şey. Ama bu biraz konumuzun dışında kalıyor. Ama bu biraz konumuzun dışında kalıyor. Bunlar sadece püf noktaları. Beynimizin nasıl çalıştığıyla ilgili oldukça temel prensiplere dayanan püf noktaları. oldukça temel prensiplere dayanan püf noktaları. Ve zihninizin çalışma şeklini anlayıp bundan faydalanmanız için illa ki hafıza sarayları inşa etmenize ya da iskambil kağıtlarının dizilişini ezberlemenize gerek yok.
Çoğu zaman hafızası kuvvetli olan insanların doğuştan yetenekli olduklarını kabul ediyoruz, fakat gerçekte böyle değil. Kuvvetli hafıza öğrenerek kazanılır. En basitinden, dikkat ettiğimiz şeyleri hatırlıyoruz. Gerçekten ilgili olduğumuz şeyleri hatırlıyoruz. Bir bilginin ya da deneyimin bizim için neden bizim için anlamlı, kayda değer, renkli olduğunu anladığımızda ve bu bilgiye bir şekilde daha önceden zihnimizde olanlar ışığında bir anlam kazandırdığımızda ve kişi olan Baker'ları zihnimize hitap eden fırıncılara dönüştürebildiğimizde hatırlayabiliyoruz.
Hafıza sarayı, bu hafıza teknikleri, bunlar sadece kısayollar. Aslında gerçekten kısayol bile değiller. İşe yarıyorlar çünkü sizin düşünmenizi sağlıyorlar. Bu yöntemler farkındalığımızı ve etrafımızı algılayışımızı geliştiriyorlar. Bir çoğumuz normalde bu iki nokta üzerinde çok durmaz. Ama aslında kestirmeler yok. Şeyler bu şekilde hatırlanabilir oluyor.
Ve konuşmamı özellikle sonlandırmak isteyeceğim bir konu varsa o da E.P.'nin biz hafıza sorunu olduğunu bile hatırlayamayan bir amneziğin bana öğrettiğidir. O da şu ki: hayatlarımız anılarımızın toplamıdır. hayatlarımız anılarımızın toplamıdır. Zaten kısa olan hayatlarımızdan kendimizi Blackberry'lerimizde, iPhone'larımızda kaybederek, kendimizi Blackberry'lerimizde, iPhone'larımızda kaybederek, yanı başımızda bizle konuşan insana dikkatimizi vermeyerek, etrafımızı algılamak dahi istemeyecek kadar tembel olarak, etrafımızı algılamak dahi istemeyecek kadar tembel olarak, ne kadar daha kaybetmek istiyoruz?
İçimizde inanılmaz bir hafıza kapasitesinin gizli olduğunu birinci elden öğrendim. gizli olduğunu birinci elden öğrendim. Ama eğer hatırlamaya değer bir hayat yaşamak istiyorsanız "hatırlamayı" hatırlamanız gerekiyor.
Teşekkür ederim.
22 Temmuz 2012 Pazar
noktalamasız'casına
özgürce sevebilmek seni
kimsenin dokunamadığı bir gecede
korkulardan soyunup
rüzgarlarla birlikte gelebilmek yanına
kendinden soyutlanıp bulabilmek kendinde seni
dalgaların belini kırıp başlarını denize sokabilmek
sonunda ilk kez denizde yağmur görürcesine
hiç bitmeyen hayranlıkla
izleyebilmek seni asırlarca
özgürce sevebilmek seni
inandığın bir gayeye ortak tutup
bir aşkı sen olmasan da yaşayabilmek delice
her güzellikte seni bulup
istanbul gibi yaşayabilmek seni
lanet etsen de kurtulamamak gibi
yokluğu sende güzelleştirip
yokun içindeki varları görebilmek
biraz da kendinden çıkıp senin aleminde gezebilmek belki
özgürce sevebilmek seni
ağlamalarına göz yumup
yaşların yaksa da bir deniz yapıp gösterebilmek sana
neden çekindiği belirsiz bir iklimle yaklaşabilmek nefesine
sende kendini görmek veya kendini senin için sen yapmak
sırf sen sevdin diye sevebilmek hayatı
sırf sen bakıyorsun diye yakabilmek biraz ufku
sende anlamları arayıp
kendinde somutlaştırabilmek
özgürce sevebilmek seni
denizde bir damla kadar bildiğin sevgiyi hissettirmemek
seni habersizce yazıp
kendinden çıkartıp kalanı kesip atmak
acımasız bir ateşi başka bir ateşle yakabilmek ya da
seni senden geçip sevebilmekti seni özgürce sevebilmek
kimsenin dokunamadığı bir gecede
korkulardan soyunup
rüzgarlarla birlikte gelebilmek yanına
kendinden soyutlanıp bulabilmek kendinde seni
dalgaların belini kırıp başlarını denize sokabilmek
sonunda ilk kez denizde yağmur görürcesine
hiç bitmeyen hayranlıkla
izleyebilmek seni asırlarca
özgürce sevebilmek seni
inandığın bir gayeye ortak tutup
bir aşkı sen olmasan da yaşayabilmek delice
her güzellikte seni bulup
istanbul gibi yaşayabilmek seni
lanet etsen de kurtulamamak gibi
yokluğu sende güzelleştirip
yokun içindeki varları görebilmek
biraz da kendinden çıkıp senin aleminde gezebilmek belki
özgürce sevebilmek seni
ağlamalarına göz yumup
yaşların yaksa da bir deniz yapıp gösterebilmek sana
neden çekindiği belirsiz bir iklimle yaklaşabilmek nefesine
sende kendini görmek veya kendini senin için sen yapmak
sırf sen sevdin diye sevebilmek hayatı
sırf sen bakıyorsun diye yakabilmek biraz ufku
sende anlamları arayıp
kendinde somutlaştırabilmek
özgürce sevebilmek seni
denizde bir damla kadar bildiğin sevgiyi hissettirmemek
seni habersizce yazıp
kendinden çıkartıp kalanı kesip atmak
acımasız bir ateşi başka bir ateşle yakabilmek ya da
seni senden geçip sevebilmekti seni özgürce sevebilmek
bab-ı esrar
korkutucu,üzüntü verici, belki hatırlatıcı
beyaz kapakların altında ölüme dalmış gözleriyle
yatmamız bir cesetle aynı odada belki aynı yatakta
hiç baktık mı ki diyorum
elimize, kolumuza, gözlerimizin altına?
hala bilmiyor muyuz ki
canlıyken de çüründüğünü
havanın da bir mezar olduğunu?
bir cesetin içinde yattığımızı
ne zaman öğrendik ki
veya kimler geç kaldı
toprak durağında anlayacak kadar?
düşündük mü ki hiç neyi düşündüğümüzü?
gülmelerimiz ne içindi,
hangi biri bir dertte hatırlandı?
konuşmalar, gezmeler, izlemeler, görmeler
veya ne ile seviştiğimizi anlayabildik mi?
ne kaldığına bakınca geriye düşüncelerden...
zevklerin boşluğundan hiç konuştuk mu?
çöllere niye kumdan kaleler yaptık ki?
her bitenden niye kendimizi ırak tuttuk?
niye görmedik ki bir gün görülmeyeceğimizi?
değil mi?
derya derindi, kuyu dipsiz
çakılmayacağımızı bile bile
atlamaktan kaçtık
sanki burada hiç çakılmıyormuşuz gibi
yüzdüğümüzü bile bile
girmekten korktuk denize
sanki hiç dumanda boğulmuyormuşuz gibi
uçmaktan korktuk kanatlarımız varken
korktuk yukarda göreceklerimizden
görkemden sığındık kendi mağaralarımıza
ölümdü sanırım tek bilmediğimiz
korkutucu,üzüntü verici, belki hatırlatıcı
belki de
kapısıydı gerçeğin
girmesini bilene?
beyaz kapakların altında ölüme dalmış gözleriyle
yatmamız bir cesetle aynı odada belki aynı yatakta
hiç baktık mı ki diyorum
elimize, kolumuza, gözlerimizin altına?
hala bilmiyor muyuz ki
canlıyken de çüründüğünü
havanın da bir mezar olduğunu?
bir cesetin içinde yattığımızı
ne zaman öğrendik ki
veya kimler geç kaldı
toprak durağında anlayacak kadar?
düşündük mü ki hiç neyi düşündüğümüzü?
gülmelerimiz ne içindi,
hangi biri bir dertte hatırlandı?
konuşmalar, gezmeler, izlemeler, görmeler
veya ne ile seviştiğimizi anlayabildik mi?
ne kaldığına bakınca geriye düşüncelerden...
zevklerin boşluğundan hiç konuştuk mu?
çöllere niye kumdan kaleler yaptık ki?
her bitenden niye kendimizi ırak tuttuk?
niye görmedik ki bir gün görülmeyeceğimizi?
değil mi?
derya derindi, kuyu dipsiz
çakılmayacağımızı bile bile
atlamaktan kaçtık
sanki burada hiç çakılmıyormuşuz gibi
yüzdüğümüzü bile bile
girmekten korktuk denize
sanki hiç dumanda boğulmuyormuşuz gibi
uçmaktan korktuk kanatlarımız varken
korktuk yukarda göreceklerimizden
görkemden sığındık kendi mağaralarımıza
ölümdü sanırım tek bilmediğimiz
korkutucu,üzüntü verici, belki hatırlatıcı
belki de
kapısıydı gerçeğin
girmesini bilene?
Shibumi
great refinement underlying commonplace appearances,
a statement so correct that it does not have to be bold,
so poignant it does not have to be pretty,
so true it does not have to be real,
understanding, rather than knowledge,
eloquent silence.
it is modesty without pudency,
it is elegant simplicity, articulate brevity,
spiritual tranquility that is not passive,
it is being without the angst of becoming,
shibumi
cömertlik ve yardım etmekte akarsu gibi ol
şefkat ve merhamette güneş gibi ol
başkalarının kusurunu örtmekte gece gibi ol
hiddet ve asabiyette ölü gibi ol
tevazu ve alçak gönüllülükte toprak gibi ol
hoşgörülükte deniz gibi ol
ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol
mevlana'nın yedi öğüdü
O kadar güzel olan ve bu yüzden hoş olmasına bile gerek olmayan. Bilmekten ziyade anlayış olan... Olduğu gibi görünen ve göründüğü gibi olan?
Aşk bunun neresindedir?
Aşk buradaysa, o zaman nedir?
اونوتماق
...Doğum...
Kasımda doğmuşum. Çok niteliksiz. 18'i de garip... Neden 18? Tesadüf mü? Tevaffuk mu? Ben doğdum diye kim öldü mesela? Dünyaya gelen kaçıncı insanım ki? Neden doğduğunu sorgulayan kaçıncı insanım? Kaç kişi neden doğduğunu bilmeden öldü? Kaç kişi neden var olduğunu, neye etki ettiğini ölünce anlayabilecek? Annem ben doğduğum için pişman değildir. Ben doğduğum için pişman olan birisi var mıdır مهمنتو?
...Childhood amnesia...
Karanlık burası... Nicelerinden uzunca sürmüş bende... Bir hayat boyu denebilir. Hatırladıklarım yok değil. O kadar da karanlık değildir amnesia esasen. Hele zaten amnestic bir hayatı olan insansanız, her şey unutulmaya meyillidir. Çoğu şey fotoğraflardan ve almayı sevmediğin notlardan ibarettir. Dün ne yaptığımı, değer verdiğim insanları, onların arkadaşlarının ismini, yaşadığı kritik olayları, hatta tarih koymazsam bu yazıya başladığım tarihi ve saati... Değer vermek unutmamak mıdır مهمنتو? Unutulmak bu kadar zor mudur karşıdaki için?
14:57 Haziran 30... Yaz okulunun ilk cumartesisi. Babaannemden geldim. Kanser yatağındaki... Felsefeydi babaannem. Kendisi de bilmezdi ama, bu gün bilmem ki son görüşüm müdür: Oğlum Mehmet, yattım kaldım ha boyle... Şimdiye kadar hep kendi yağımızda kavrulduk, çalıştık kendimiz yedik hep. Hiçbir şeyim yok şimdi... İsteyen olduğunda verdik, kalmadı artık, dedi. Derin laflar değil mi مهمنتو? Yine bilmeden edilen...
Hiçbir şeyiyle doğmuş, ve hiçbir şeyiyle ölen bir insan.
"حيّدان كلدى هويا كددىيور"
Ömrün sonu gelmiş, ve beklemede artık. Gerisi onunçün önem arzetmiyor. Bir sorun olarak ölüm varsa işin ucunda geri kalanların niçin bir önemi olsun değil mi مهمنتو? Veya ayak parmaklarından basılan tentürdiyotun topuğundan fışkırması söz konusuysa, geri kalanların niçin bir önemi olsun değil mi? Ayrıca, gördün o bile beni unutmuş. O bile unutmuşken beni, unutmanın bu kadar kötü bir şey olmadığına kanaat getirdim مهمنتو. Beni başka kimler unuttu ki مهمنتو?
Hayatımda kimler önemliydi? Neler yaşadım ben bilmiyorum, sen hatırlıyor musun مهمنتو? Bir ara bir lise hayatım oldu. Evvelsi hayal meyal. İyiydi oradaki insanlar. Ama şimdi yoklar? Neredeler? Beni hatırlıyorlar mı مهمنتو? Benim şimdi bulunduğum yeri, tanıdığım insanları, ne yaptığımı, kimi sevdiğimi, kimin benden umduğunu bulamadığını, benim neyi umduğumu hayal edebilirler mi? Peki zamandan bağımsız, üçüncül kişi Ziya... Sen hayal ettin mi burayı? Bu kişileri, yaşadıklarını, sebebini bilmediğin şeyleri?
-BIRAKMAM DOSTUM, HALA YANINDAYIM...
Bu seferki işin zor. Yapabilecek misin?
-...
Benden başka kaç kişiye dost oldun ya?
30 Haziran 2012 Cumartesi
bir gönle girmek
"Kalbinin yumuşamasını ve hacetinin görülmesini sever misin? Yetime merhamet et, onun başını okşa ve ona yediğinden yedir Kalbin yumuşar ve hacetine erişirsin."
O kadar çok şey beni buna sürüklemiş ki, kader kendi varlığını o denli yüzüme vurmuş ki, anlamamışım da... Anlayamadığımdan, şeytan vesvesesiyle kaçamamışım da ondan. Şükür. Olduğum noktadayım.
O kadar çok şey beni buna sürüklemiş ki, kader kendi varlığını o denli yüzüme vurmuş ki, anlamamışım da... Anlayamadığımdan, şeytan vesvesesiyle kaçamamışım da ondan. Şükür. Olduğum noktadayım.
17 Haziran 2012 Pazar
özgür
boncuk
benim de var
dı
boncuk
muhabbet kuşuydu
balkonumuza gelmişti kendiliğinden
kendi ayaklarıyla... deyim yerindeydi
fakat kanatlarıyla
biz de çok sevdik... yakaladık esir ettik kafeslerde
uçmayı unuttu zamanla ama yemi vardı ya
yetti garibime
şimdi arka bahçede yatıyor
uçabiliyordur umarım
benim de var
dı
boncuk
muhabbet kuşuydu
balkonumuza gelmişti kendiliğinden
kendi ayaklarıyla... deyim yerindeydi
fakat kanatlarıyla
biz de çok sevdik... yakaladık esir ettik kafeslerde
uçmayı unuttu zamanla ama yemi vardı ya
yetti garibime
şimdi arka bahçede yatıyor
uçabiliyordur umarım
20 Mayıs 2012 Pazar
sin(ner)
Yunus Emre der hoca
Bin kez de gitsen hacca
Hepsinden eyicesi
Bir gönle girmektir...
yüz
lerce yıl
a kalmak
zor
dünya
yı
değiştirmek
ve hala
bir bireyin
kalbini
aklını
değiştirecek sözü
etmek
on
larca
yıl
sonra.
...önce...
ka
der
ine
etki etmek
bir kulun
tanımadığın hiç
bilmediğin
...tanıyamayacağın da...
hayat
kurtarmak
kapı
açmak
kapa
mak
zihin garip
gör
eli
ihtimaller
sonsuz
değişmeyen
1
sonsuzda 1'sin
dün
ya
garip
ve İNSAN
OĞLU.
dert 1'e
derman
1'den
sevmek
nefret?
"Hate the sin love the sinner"
"bizim yolumuz NEFRET yolu değil"
Bin kez de gitsen hacca
Hepsinden eyicesi
Bir gönle girmektir...
yüz
lerce yıl
a kalmak
zor
dünya
yı
değiştirmek
ve hala
bir bireyin
kalbini
aklını
değiştirecek sözü
etmek
on
larca
yıl
sonra.
...önce...
ka
der
ine
etki etmek
bir kulun
tanımadığın hiç
bilmediğin
...tanıyamayacağın da...
hayat
kurtarmak
kapı
açmak
kapa
mak
zihin garip
gör
eli
ihtimaller
sonsuz
değişmeyen
1
sonsuzda 1'sin
dün
ya
garip
ve İNSAN
OĞLU.
dert 1'e
derman
1'den
sevmek
nefret?
"Hate the sin love the sinner"
"bizim yolumuz NEFRET yolu değil"