Lorem İpsum



Olmak için ölmek; Bilmek için sormak...


29 Kasım 2014 Cumartesi

Gri

The multiplying villanies of nature, do swarm upon him.(Sheakspeare)

ACT-I

İstanbulun üzerinde bir martı dolaşıyor. İstanbul martıları istanbula özeldir. Diğer martılar göçmendir ama istanbul martısı şehr-i aliye aittir. Terk etmez. İşte o martının gözlerinden dünyaya bakabilseydiniz, eğer o martıyla “bir” olabilirseydiniz, kesinlikle şu an olduğuzdan daha mutlu olurdunuz. Ama insanoğlu o martının gözlerine asla sahip olamayacak. Ama Allah’ın o martının gözlerini bahşettiği insanlar da yok değil. Bu martı gözlü insanlar ve denizler asırlardır bir güzellik sembolüydüler. Çünkü denize bakmak ferahlatırdı insanoğlunu. Denizlerimiz de artık bizi rahatlatmıyor. Denizlerimiz eskisi gibi mavi değil. Denizin rengi ne zamandır gri?

Denizlerin renklerinin gri olduğu zamanlarda biz gazete kağıtlarından gemiler yüzdürürdük o denizlerde. Ve o gazeteleri katlarken bir gün, evdeki yığından almış olduğum gazete sayfasının tarihi gözüme çarptı, Haziran 2013. Gri kağıda siyah harflerle yazılmıştı her şey. Gazetenin resimleri yoktu. Kesilmiştiler. Ve resimlerin kesildiği yerlerden su alıyordu kağıt gemilerimiz. Kağıt gemilerimiz battı hep.


20 Kasım 2014 Perşembe

...


http://www.youtube.com/watch?v=RaLVi4zFYvk

            şu evin duvarları

ne gözleri var bilsen, yemyeşil

içinde akıp gidemediğin kadar koyu

yakana yapışmış iki el gibi ağır

her yalanın soyunduğu kadar çıplak

çarpa çarpa öğrenirken adam olmayı

yüksek ilmeklerde bir sarsıntıyla

kimsesiz çocukluğundan bir sahne gibi

annenin saçlarında gezen eli gibi

dalgakıranlara küfreden coşkun denizler gibi

gece yarısı ıslak kaldırımlara tükürmek gibi

sigaran yanarken sönen sen’mişsin gibi

ruhunu delip geçen rüzgarlar gibi

her sabah uçurum kenarında açmak gibi

yıllanmamış anılarına bir kibrit çakmak gibi

çöl uykularına uyanmak gibi

tüm varlığını, bir yokluğa armağan etmek gibi

bir senin, sadece senin anladığın gibi

o duvarlar

çırpınırken rüyaların göz kapaklarında

ve her sancılı çarpışta köşeli ayrılıklara

tam da o sahnede takılmış bir film gibi

zaman başa sardığında utanmadan

başına çektiğin yorganın gibi

avuçlarında bir hurma turuncusuyla

düşmek

başınla beraber

yine aynı akıntıya

acımadan / acınmadan

duvarlar dolusu Besmele’yle

sarhoş kendiliklere

karanlık kelimesiz yeşilliklere

duvarların adı olmaz.

 

 

6 Kasım 2014 Perşembe

فَكُّ رَقَبَةٍ (Beled, 13)
Özgür olmak deyince bir durup düşünmenin vücudumuza verdiği ağrılık, ruhumuza verdiğinden daha fazla değildir, inanın..
Görünmeyen ama var olan zincirler.. Otobüse binin, kantinde bir çay için, dersliğin önünde sigara tüttürün, köşedeki salaş restoranda yemek yiyin ve birkaç dakika ayırıp etrafınıza bakın bu lineer zaman akışında; insanların olmayan -görünmeyen– prangalarını, zincirlerini, sınırlarını yahut sınırlanmışlıklarını, özgürsüzleştirilmişliklerini görmek için, gözünüzün gerçek bir ‘göz’ olması gerekecektir.  
Bir köle, özgürlüğü zincirlenmiş / özgürlüğünü zincirlemiş bir bedbaht.. çok uzaklara bakmayalım efendim, herkes en çok kendi prangalarının yaralarını duyumsar belki.. Kendimizi görelim evvel. ‘Hayır’ diyemediğimiz teklifleri, ayıplanan davranışlarımızı, hesap vermek zorunda hissettiğimiz insanları, kuyruk acısı gibi peşimizde sürüklediğimiz; bize her elimizi sobaya uzattığımızda ‘cıs’ diyen geçmişimizi düşünelim. Altında ezildiğimiz sorumluluklarımızdan bir demet yaptırıp, bu dünyadaki kabrimize götürelim. Ölmeden öldürelim kendimizi, biz ölmeden özgürlüğümüzü öldürenlere selam verelim onlar bizi görmeden.
İletişimler kuruyoruz, iletişiyoruz. Merhaba deyip tanışıyoruz. Yeni sorumluluklara hoş geldin diyoruz. Kamburumuzu çıkartana kadar hoş bulduk diyorlar. Sonra.. Sonra, zincirlerimizden kurtulmak istersek bir gün şayet, bizi sevgisizlikleriyle cezalandırmakla tehdit edip, dişlerini gösteriyorlar.. Korkmayın efendim ısıramazlar! Sizin canınızı düşündüklerinden değil, facebooktan bir arkadaşları eksileceği için, yahut üzerinde belli bir otorite sahibi oldukları minik bir toprak parçası devasa imparatorluklarından koparılacak diye.. Durum bu değilse efendim; o zaman o insan/eşya/canlı/cansız vs yanında özgürlüğün paylaşılabileceği suç ortağı olma basamaklarını çıkma şansını hak ediyor olabilir. Durum az önce izah edildiği üzere cereyan ediyorsa;  o zaman ona/onlara görüp görebilecekleri son rahmeti ihsan edin Oğuzum Atay’dan bir söz söyleyerek: "beni ya şımartın ya da kapı dışarı edin, yarı içtenliğe dayanmam zor benim. Bir kişi mi kalacak? Tamam, bir kişi kalsın."..
"Ben günahkârım bana vurun." Diye devam eder pasaj, tıpkı hayatın resmi ideolojisinde oluğu gibi.. Çünkü önce kendimize buluruz kabahati (ben ve benim gibiler albayım).. Belki kırbaçlamak kırbaçlanmaktan daha az acı verir mantığıyla yahut sıkıldığımız bir derste kolumuza ‘J’aime ma peine’ yazdığımızdan; çoğalır da çoğalır özgür olmak arzusunun özgürlüğe alışkın olmayan bünyemize ettiği zulmün ‘insanlar’ hatta ‘eşya’ tarafından sömürülme sahneleri..
Ama yok, pes etmek özgür kalma arzusuyla yanıp tutuşan bir emanetin ‘carrier/bearer’ına yakışmaz. Yalnızlığımızı kolumuza takıp, coşkun seller gibi akabilmeliyiz bazen sokaklarda.. ‘Zor’ demek, değiştirir mi kaderi? Elbet abartılı mutluluklar büyütmek çare olmayacaktır, muhakkak ki insan ‘medeni bi’t-tab’dır. Yani, tabiatı gereği medenidir. (elbette ‘medeni’den kastım bugünkü bozulmuş kullanımı ile ‘çağdaş’ değil.) Kastım şudur ki; insan muhtaçtır, ihtiyaç duyar. Bir’ine, eşyaya, harekete ihtiyaç duyar. Diğer bir deyişle, yalnızlık Allah’a mahsustur. Yalın-lan-mak.. İnsanlardan, eşyadan ve hareketten..
O halükarda,  yola çıkmalıyız. Bu yol öyle bir yol ki, gölgemizin bile kalabalık ettiği kadar sessiz; bir başka gölgeden arındırılamayacak kadar da hacimli. Yani, gerçeği duyan kulakları olmasına rağmen yine de susan dudakların yoludur bu yol. Vuslat’a inanan, bulmayı arzu eden ama kaybetmeden bulunamayacağını da kabul eden gönüllerin işidir bu yol. Açlığını bilen ama doymak bilmeyen; usanmadan öğrenen, öğrenmeyi öğrenen; yani, inanan, inanan ve daha çok inananın yürüyeceği yoldur bu yol. Ve en önemlisi, kendini başkasının özgürlüğünün dokunulmazlık sınırına kadar gitmekten men edebilenlerin ve yalnızlık korkusuyla kendi özgürlüğünü dünyevi sahipliklerin ellerine teslim etmeyenlerin beraber arşınlayabileceği bir yoldur bu yol.
Bu yolda, O’ndan başkasına ulaşmak arzusu yoktur. ‘Vesile’ olmaktan öteye gidemeyecek ‘insan’ yahut ‘eşya’ya körü körüne bağlanmak, dallarına adak adanan ağaçların sonbaharda yaprak dökmesi gibi yarı yolda bırakacaktır ‘insan’ı. Yani, imanınla kavuştuğun biricik özgürlüğün, sonbahar rüzgarında savrulan yapraklar gibi biçare yok olacaktır ayaklar altında.
Diyeceksiniz ki efendim, nereden nereye vardık? Nereye varmak amacında idik?  Diyeceğim ki efendim, ‘Kabe’miz belli idi lakin yolculuğa dair bir malumatımız yahut bir hesap kitabımız yoktu. Ata bindik ya nasip dedik. İçimizdeki köleyi azad etmeye giriştik.
Velhasıl-ı kelam, Allah’a inandık, özgür olduk/kaldık, özgür kıldık.

Temmuz 2013

istanbul

* Bu yazının üzerine insa edildiği ayet'in yanlış yorumlanmış ya da en azından bu yazının odağı ile ilgili olarak günümüz köleliğine atfedilmiş olması ile ilgili kafa karışıklığı içinde olunup, yapılan mağrurca davranış ve had aşımı için içten bir af dilenmektedir. Kabul olunur inşallah..

21 Ekim 2014 Salı

Sus(a)uyorum

Bir sokağa çıkmışım meğerse yapayalnız..
Eteklerimde sonbahar sancıları, kıpkızıl güneş;
Biliyorum ki batacak..
Bir öz-lem ta derine, en kendime, benim bile olmadığım bir Sevgi’ye..
Bir yolmuş içimde büyüttüğüm yıllardır,
Lineer zamana vurunca anlamsız;
Bir daire içinde ise pek mümkün..
Azık gerekliymiş yol-da, acıkmak varmış; sus-a-mak ve yorulmak..
Yol bir dönüşmüş daire içre, başı dönenlere eyvah..
Uğrunda kan dökülen bir kavgaymış, anne karnına benzemeyen
Birbirine mahkum edilen ONLARdan,
Hızlı adımlarla uzaklaşmakmış tek çaresi,
Kırılgan var-oluşlarından,
Yürekli adımlarla, yüreksiz adamlardan..
Zaman da fani imiş, an’a nazaran,
Güneş batmakta, artık gece özgür, başım dönüyor,
Eyvah !..



























4 Eylül 2014 Perşembe

Boz-kır'da çilek

"Gorkuyom(korkuyorum) baba! Çıkartma beni oraya, gorkuyom işte, karanlık.. "

Kimseye zarar vermiyordu. Düğün günü bitmişti, akşam olmuştu, yalnızca birkaç yakın akraba ve komşu, kızın ailesinin yanında olmak için oturuyorlardı. Her şey harikuladeydi, yani herkes kafasındaki normali yaşayıp dağılmıştı. O da konu-komşu sınıfından karşı komşunun oğluydu. Herkes sessizliğe kendisinin dahi alışamadığı bir evde akşam çayı içip çilek nasıl yetiştirilir diye konuşuyorlardı, balkondalardı, Evin bütün odaların ışığı açık ve neredeyse tamamı boştu. O ise oturma odasında bir minderin üstünde oturuyordu, bir başına. Kimseye zarar vermiyordu, çayını içip başını dahi kaldırmıyordu, sorulmayınca konuşmuyordu, yıllardır canı sıkılıyordu ama zarar vermiyordu. Tek problem bir down sendromu olmasıydı, babası zarar verir endişesiyle yanına çağırıyordu, yani balkona, yani karanlığa.. "Baba gorkuyom gelemem" diyordu. "Ramazaaan gel oğlum buraya" sesi bir türlü kesilmiyordu. Ses tamamen şefkatliydi, baba hiç kızmamıştı ona. Başını iki elinin arasına aldı, karanlığa çıkmak zorunda kaldı. Şikayet etmiyordu, isyan ise hiç duymadığı bir kelimeydi. Baba kaygılıydı, o ise korkuyordu.. Baba yok'a ettiği itibar kadar oğluna itibar etmiyordu. "Ramazaaaan".. Karanlığa çıktı, sürekli bir sancı halindeydi, babası çilek konuşuyordu.. Başını iki eline teslim etti, oturma odası boştu, balkonda çay içip çilek konuşan insanların arasında o sadece korkabiliyordu.. Halbuki evde uyuyan bebeğe bakıp dokunmaya kıyamadan o güzel gülümsemesiyle izlemek istiyordu, zarar vermiyordu. Yalnızca...Korkuyordu..

- Adı ne abi oğlanın?
- Ramazan

24 Ağustos 2014 Pazar



aklım bir sonbahar gecesine gebe
doğurdu doğuracak dallarından kuruyup sararan yaprakları
di’li geçmiş ve mış’lı gelecek zamanın zalimleri üzerine

ki onlar da kışlara gebe
koptu kopacak kıyamet ruhun en kuytu köşesinde 
bilmem-kaç köşeli ruhlarından sonsuz köşeli yaşlar damlar

Ruhunuz çöl olmasın bayım!

Ruhunuz ki,
deniz dibinde bir kum tanesi istiridye dibinde
toprağına düşmeyi bekleyen ilk cemre
özgürlüğe susamış bir kısrağın dört nalının içinde
itaatkar bir nalbantın nasırlı elleriyle çarptırılmış müebbete
taşa toprağa bata çıka varır ancak menzile

Bayım, ruhunuza nalları çakan kim?

18 Temmuz 2014 Cuma

Dem bu demdir? (Kelimelerin Ölümü-III)


(Doğ'uyu ve Doğ'ayı seven akılsıza ithaf edilmiştir)

Nerenin yabancısıyım? sorusunun cevapsızlığı.. Gitmeden bilinmiyor ama bütün gitmelerin yetmemesi sancısı durmuyor. Götürülen ve getirilen arasındaki fark mekana sığmıyor. Beş duyumumu da kapatsam sanki kalan bir şey bırakmıyor peşimi.. "Hangi zamanın yabancısıyım?" diye sormalı belki de.. Mekanlara dair malumatlar doğurdu yüzeysel hüzün ve sevinçlerimi sanki. Mekansal malumatlar.. Bir ülke, toprak; bir adam, koltuk; bir isyan, meydan; bir insan, beden; bir hayat, hikaye.. Modern...... Ben?

Mekan ve Zaman. Fark ne? Temelimizle oynuyor birileri. İnsanın parmakları ile eşya arasına kelimeden eldivenler icat ettik. Bir de kelimelerle bizim aramızda bir zar var. O zarın varlığını unuttuk, sonra o binalara gözümüz alışınca, neyi unuttuğumuzu da unuttuk. Bir aciz bütün bu algımızdaki görülmez ve dikiş tutmaz yırtılmanın zaman-mekan ilişkimizin koptuğundan olduğunu söylüyor. Mekan zindanlarını aşarken, zaman zindanında kaldığımızı unuttuk. Bundan da önemlisi zaman zindanında olduğumuzu unuttuğumuz için mekanlara aldanmak zorunda kaldık. Bir gün mazi olacağımızı cidden ne kadar hatırlayabiliyoruz. Yani şöyle üstümüzde bir titreme hali, bir hakiki korku, bir kurtuluş açlığı en son ne zaman peydah oldu? Bir sinir krizi gibi değil, "Ya Rab" deyip susturan bir an, öylece bir an.. Mekansal bilgi üretimini biraz irdelemek lazım sanki?

Mekanların haritaları vardır. Mekan akla uygundur, "evrensel" bir akılla(tek düzelik) izah edilebilir, düşünülüp hesap edilebilir, emin olunur ve görünen bir gerçektir. Mekan aklın yansımasıdır, aklı çizen de yine mekandır. Mekanı insanlar kontrol edip şekil verebilir. İnsan ilahi bir varlıktır fakat ilah değildir. Çünkü ölen ölür, çünkü mekanlara zaman vurur. Firavun ölür piramit kalır diyemeyeceğim, Piramitler de bir gün ölür.. Fakat insan ilahlık iddiasında bulunur çünkü belirsizlik taş taşa üstüne koydurmaz. Piramitler inşa edilebilir fakat zaman yok edilemez, bunu düşünmesi acizlik doğurur fakat ilahlık iddiasındaysa acziyetini örtmelidir, ya da görmemeli.. Bu yüzden zamana sırtını döndüğü an piramitleri inşa etmeye başlayabilir. (putlaştırılan piramitten bahsedilmekte)

Mekana dair malumatlar edinilebilir, çünkü mekan malumatını içinde taşır; zaman ise dışında.. Ama insanı belirsizlik korkutur, nereden düştüğünü merak eder, nereye gideceğini sorar, emin olmak ister. Zaten nereden ve nereye soruları da mekansal değil midir? En iyi eminlik zaten dünyadan çıktık, dünyaya gömüleceğiz olarak kalmakta.. Yani sadece bir beden olarak ve elbette sadece bir beden olduğunu söyleyen akıl. Nereden düştüğünü hala anlayamaz ama, çünkü anlamak kalb'in mesleğidir.Belki de düştüğümüz, mekanın ta kendisidir, zamanın olduğu değil vurduğu yerdir, gölgeden güneş mi sorulur? Bilmiyorum. Yani zaman akl'edilmez çünkü zaman yaratılmıştır; inşa edilmemiştir, aynı akıl gibi? Aklın haritasını çizebileceği bir mekan değildir zaman. Akıl zamanı bu yüzden sevmez çünkü karşısında acizdir. Güvende olduğu bir konu değildir. Hangimiz kendimize güvenirken zamanı akl'ına getirir ki zaten? Güvende olabilmek için önkabule ihtiyaç duyuyoruz artık, yani mekanlara?

Akıl zann eder, onu da mekanla mümkün kılabilir ancak, sonra mekansal malumatlar doğar. Bilmemek korkutucu geldiğinden dolayı bir malumata(mekana) sarılır ve zamanla esiri olur. Firavunun bir postun üstünde ömür geçirme özgürlüğü var mıdır? ya da piramidinden başka bir yere gömülme özgürlüğü? Bu malumatların zaman'la ölmesi, insanın içine bir korku salar. çünkü malumat mülk edinilmiştir. Mülk, özgürlüğü elimizden alır. Fakat "sevgi, özgürlüğün çocuğudur". Mecnun her şeyi sevebilirdi ama her zaman sevmeyi seçti. Leyla hakkında bilgi üretip dondurmak yerine, kendisini unutup Hayy kalmayı seçti.. Özgürlük kelimesi dahi kısıtlardı kendisini.

Sıkıntılarımız sanki Kabe'mizin taşlarında değil de sıkıntıyı taşlarda aramamızda.. Kalb'i yok farzedince yok değil; kayb'oluyoruz.

Savruk sözlerin kısası şudur belki de: akıl ve aklın inşa ettiği her şey ölüme(zamana) mahkumdur. Ve zaman akledilemez, tanrılık iddiasında bulunan beşerin görmemesi gerekendir. Fakat bu eminliğin içindeki bu korku ve gözünde her şeyin tanrılaşmasından(zamansızlık) dolayı oluşan kaygıları.. Yanlış özgürlük yerine doğru köleliği sormalıydım.. Derdin nasıl derman olduğunu belki görebiliriz. Uzak, çok uzak bir ses Aşk'ın zamansal olduğunu söylüyor ve mekansız. Mekanın ise hayvansal.. Ve Aşk'taki kusurlarımız... Zaman O'na mahkumdur, O da ancak Kalb'e sığar.. Akıl'lılık yapıp dıştakini mal'etmek yerine Aşık olup içtekini anlamamız gerek belki de.. Gerisi ben'i savurur bu sözlerin.. bildiğini sanma ey nefsim.. (şüphesiz eksik söylendi)

dinlemeliyim:

"Ölen hayvan imiş, Aşıklar ölmez"

İllallah



26 Mayıs 2014 Pazartesi

Ce serait une bonne intoduction d'un roman

Bir roman yazsaydım, bir film çekseydim, bir resim yapsaydım, güzel bir sahne olurdu, Raci ve Ziya arasındaki o an. Roman yazsaydım romanın başı, film çekseydim de sonu olurdu herhalde:

"Raci, kız arkadaşıyla ... şehrinden ayrılmak üzereydi. Kendilerini havaalanına bırakacak taksiye bineceklerdi. Ziya ikisiyle de vedalaştı. Taksinin bagajına eşyalarını yerleştirdiler. Birbirleriyle vedalaştılar. Nur taksiye binmişti. Ziya arkasına bakmamak için doğruca yürüdü, yolun karşısına geçecekti. Sabahın erken saatleriydi. ... şehri insanları, o saatlerde pek olmazdı sokaklarda. Geldikleri şehre hiç mi hiç benzemiyordu bu yüzden o şehir. Yollar boştu, Yolun karşısında, ışıklarla donatılmış atlıkarıncavari şeyin arkasında, açık olan bir cafe ve bir patisserie vardı. Kafede insanlar kahvaltı yapıyorlardı. Hava soğukça olduğundan kimse dışarıyı tercih etmemiş, kahvaltılarını içeride yapıyorlardı. Camları buğuluydu. Hemen yanında 5 dk önce Raci ve Nur'la ... şehrinde yediğimiz son croissantları aldığım patisserie vardı. Raci seslendi: "lan". Raci, Ziya'ya pek lan demezdi. "Kendine iyi bak" diye ekledi.", kapıyı henüz kapatmamıştı. Ziya yolun ortasındaydı, metroya yönelmişti, arkasını tam dönmeden elini kaldırdı, yüzü gülümsüyordu, eli havadaydı, hiçbir şey demedi. İki saniye öyle baktılar. Ziya yoluna devam etti, metroya girdi. Metro biletini almak için, 3 ay boyunca, cüzdanda taşımamak için evde birikmiş bozuk paraları kullandı, kruvasandan geriye aşağı yukarı bir bilet parası kalmıştı. Ziya ceza yemek istemezdi. Araba hareket etti. Ziya'nın gözleri buğulandı. Yine, önceden hep özendiği, ve allaha mahsus olduğunu kötü bir tecrübeden sonra anladığı, yalnızlığına geri dönmek için metroya bindi, şehri dinledi. Hiçbir şey duymadı. Müzikçalarında, istediği şarkı çalmadı. Sustu."






Nuri Bilge Ceylan'a teşekkürü bir borç bilirim.

4 Mayıs 2014 Pazar

9

Kırkbir çokluk belirtir, ama ben daha
Oralara gelemedim,
Benim için en büyük dünya
Tek kişilik bir gezegen bile olamadı
Sadece
9 metre kare,
Yaklaşık ikiye dörtbuçuk,
Küsüratın yalanına tabi dediklerim,
Ki daha net bir sayı veremedim dünyaya,
Pantolon ceplerim bile küsürlü,
Küsürat, küfran, isyan
İnsan

Hazretlerim...
Yastığınızdandan hoşlanmıyorum.
Bence dünyadaki tüm yastıkları
Yastığu ateşten olanlar için
Ateşe vermeliyiz.
Yakın dedi hazretler, ateş olsun
Belki bir faydası dokunur insanlığa,

Ama hazretlerim,
Şilteniz de olmamış,
Şiltenize de bir çözüm çözün.
YAKIN! diye bağırdı hazret,
Yakın ki, benden daha insan olsun

Hazretlerim, kitaplarınız için bir formül?
Kitaplar benim değil
Sahiplerine verin.
Onlar yakarlar onları.

Hazretlerim, bitmedi,
Masanızın üstünde boş bir defter var,
Yaprakları, bomboş...
Hazret baktı,
Gözleri doldu,
Hazreti kadimen tanırım, kolay dolmazdı gözleri,
Ama evvelde dopdoluydu gözleri
Gözleri boşaldı,
Gözyaşları bir metre sağına bir o kadar soluna, dörtbuçuk metre arkasına parçalandı
Hazreti o anda,
Babası görse tanımazdı, çok rasyoneldi saçları dahi,
Kulakları diküçgen, dili dikdörtgendi,
Hazret, buhar olmak istedi
Kimyaya ermek istedi.

Hazretoturduvesadecesigarasını
Yaktı.

Doğ'u'da Olmak

Arada kalmışlığın tutunamamışlığın nefesini her daim ensesinden ziyade, şahdamarının çeper zarında hisseden, kanının içinde, kalbinin her atışında pompalanan adrenalin zerresinin proteinlerinde genetik olarak var olma kaygıları olan, disconnecticus erectuslar. Ait hissetmek neden bu kadar önemlidir? Neden insan kendisini bir yere ait hisseder? Neden yolların kenarlarında yanyana dizilmiş ağaçlar? Neden ormanlarda ağaçlar yanyana dizilmemişler? Neden paysage-i külli, paysage-i cüz'iden daha hoş?

Yahu, homo saphiens, neden egonla varsın? Ey ya insan, neden egonsuz olmak zorundasın? Neden karmakarışık ışıklar altında kan ter içinde dans eden saphiens türü, neden mutlu davranıyorsun? Mutsuzsun. Neden sormuyorsun? Ya da soruyorsun da benim bulamadığım cevapları nasıl buldun? Neden alnından dökülen ter damlalarına hayret etmek yerine silip atıyorsun?

Kan-ter.

Doğulu olmak zor, batılı olmak kolaylaştırılmış. Çok hoşsunuz ey saphiens. Ama ben insan olmak istiyorum. Rasyonuzda bana da yer var mı? Rasyonuz neden geometrik? Neden binalarınızın köşeleri var? Doğ'ada neden köşe yok?

Ben sadece, rasyonuzu anlamak, ama homo saphiens değil, insan olmak istiyorum.

Ben hormonsuz salatalık seviyorum. Tavuklar benim için ötmeli, bülbüller de sadece uçmalılar benim için.

15 Nisan 2014 Salı

Ahval

Duvarlar dolusu arkadaşı vardır her yalnızlığın.. Bilir misiniz duvarlar konuşur der bir güzel insan.. Metaforlara  sarılmış edebiyatlarımızı cebimize koyup gitsek buralardan.. Hakiki yalnızlığın izlerini sürsek ömürler boyu.. Gönüller yapmak için nefes aldığımız şu dünyada kırılmaya alışkın gönüllerimizi azad etsek bütün gönülsüzlüklerden.. gönülsüz yürekliliklere tok karınlarımızı sevgiyle yoğurulmuş atıştırmalıklarla yetinmeye alıştırsak.. Bakın! bir şarkı çalınıyor dünyanın kulağına.. Sözleri incitiyor belki nefslerimizi, müziği de hiç oynak değilse şayet kim inanır ki bunun ilahi bir güzellik olduğuna? Savruluyor muyuz ne? Özgür kalma telaşındaki kuşlarız da yine kafesler mi aramaya çıkmışız? Kafesler bizi çağırmış da biz mi gitmek istemiyoruz? Hayır, böyle değil! Biz, her zaman kafesine alışan canlılarız..  Ön kabullerimize aşığız aşktan bihaber kalplerimizle.. Yine de düşünmek gerek, azıcık bir yokluğa talip olamaz mıyız? Hep’liklerimizin yalancılığında yüzmektense Hem’likleri arayan Dem’lerimizi çıkarsak çürümeye bıraktığımız insanlık kadar eski sandıklarımızdan! ‘Azıcık’ dedik hemen incinen ‘ego’lar sokaklara döküldü ellerinde pankartlarla.. Nasıl da Besmele’siz bakıyorlar öyle yüzlerimize sanki var-oluşları bizim gerçekliklerimizden bağımsız nefes alırmış gibi! Ne cesaret demeye kalmadan fısıldayıverir gelip kulağının taa içine, ‘’ben, senim!’’  Kendimizi sahipliklerimiz üzerinden kurgulayan canlılar olmamızdan da ziyade bu yüz verişten utanacak yerde bir de böbürlenmeler başlamasa!!
 
Hikmet’i gece vakti parka yollamamak lazım yine de, akşam ezanından sonra hangi mağrurluğun, hangi gururun, hangi cehaletin sokaklarda ellerini kollarını sallaya sallaya dolanacağı belli olmaz.. Ama yine şikayet mektupları yağmaya başladı kanala.. Kapitalist amcaların bizlerin hem aç gözlülüğüne, hem hırsına hem de sahiplenme manyaklığına ihtiyaçları varmış, yanlış mesaj içeren programları kapatmalıymış! İstifa dilekçemi verirken ben, bir dizide sürekli yalnızı oynayan çocuk da benle beraber ayrılmak istediğini söyledi.. Sokaklar dolusu yalnızlığın arasında çocukluğumu aradım.. Seksek oynayan bir çocuğun cebinden düşüverdi, tam da 4 ve 6’ya çift ayak basmıştı. Düşünürken çocukluğum buralara nasıl geldi diye kendimi bir karyolanın altında ağlarken buldum! Sartre’ı tanısam o an, tam-o-an, bu dünyaya fırlatıp atılmışlığıma inanabilirdim de günahlarım koyvermedi! Tövbe tövbe büyüdüm sonra dünyanın arka bahçelerinde. Hatta bir gün nilgün’ü gördüm de gülümsüyordu pişman pişman..
 
Bir tokat aşk oldu aniden sağ yanağıma, doktora gittim geçmez dedi yine de birkaç şiir yazdı reçeteye.. Özgürlük çarpınca insan tutulurmuş birden bire, karın ağrıları neyse de –neden gülüyor bu insanlar?! – ah bu insansız hava sahasında nefes alma çabaları yok mu?! Ölü adamlarla tanıştım şiirlerde, arkadaş olduk.. Hayali arkadaşlarım kıskandı bazen onları ama kıskançlıklarınızı daha verimli yerlerde kullanın dedim, kızdım onlara! Bu sefer onlar da başladırlar şiir yazmaya! Bakın işe ki, aşk çoğalır diye korkarken artan sevgi tomurcukları hayatın arka bahçelerine ekilmeye başlandı. Şiirli akşamlar yetişti oralarda ama eksik bir şeyler vardı.., Tapınak şövalyelerini acil toplantıya çağırdım ben de!  Meral’in benzini bitmiş çakmağı’yla sigaralarını yakmalarına bile izin verdim.. Dikkatleri dağıldıkça Bay C’nin köşede karşılaştığı güzel hanım çay servisi yaptı onlara.. Utanmadan bir de yaşamın ucuna yolculuk istediler benden; o kadarı da fazla dedim! Albay yetişti imdadıma da zor toparladım.. Kelimesi bulunmamış çözümlerin raporlarını yazdık gecelerce de Olric’e yolladık kontrol etsin diye. Sonuç: Bat dünya bat!
 
Yeniden düştüm yollara, yalnızlığı aradım eksikliği bulamayınca; yalnızlık Allah’a mahsusmuş, O da melekleriyle.. O zaman eksikliğin kalabalığa karıştığı pasajın kapısından atıverdim kendimi.. Bir beylerbeyidir gidiyordu.. Deniz kokan bir yola saptım, karşı kaldırımdan bir elin gölgesi görünüyordu, kulaklarını açmıştı sanki ve görmeye çalışıyordu.. Ses’i takip ediyordu.. Avuçlarını kurtuluşa açmış ‘‘ey dua et bizi’’ diye bağırıyordu, gözlerimle gördüm! Derken;
 
Kendimi inorganik hayatlarda organik hayaller büyüten insanların arasında buldum.. Tapınak şövalyeleriyle olup bitenleri anlattım, kimse gülmedi çünkü komik değildi.. Ama herkes düşündü çünkü herkesin aklı vardı.. ‘Akletmiyor musunuz’ diyen bir kitaba inanıyorduk, hatırlamak güzeldi..
 
Bir kez daha düştük yollara, limon kokusunu takip ettik, elmalara tedbirli yaklaştık.. Yolda bir fahişeye sorduk, ruhumu satmadım ya dedi! O zaman ruhumuzu satmayalım dedik.. Bütün pazarları kapatsak ya diyoruz şimdi ve bütün kafesler vazgeçse bizi aramaktan! Kafesin demirleri mağrurluktan yapılmışmış meğerse; en adi maldır, hemen eğilip bükülüverir, bizim evde de vardı..  Kafeslerin ağzı açılınca titresek de, sevgiden argümanlar sunarız yüreklerimize diye kararlaştırdık.. Korkulu rüyalardan elimizi eteğimizi çektik çoktan.. Medeniyet parkında oyunlar oynayan çocuklar olsak belki bu kadar canımız yanmazdı diye içlendik.. Bir sigara yaktık, bir medeniyet hayali kurduk, çocuklar özgürce oynasın diye.. Gönüllü neferler olduk, gönülsüz sevgilere inat! Nefret’i kaldırttık lügatlardan (2015 basımına yetiştireceklerine söz verdiler).. Toprağın üstüne sevgiden tuğlarla bir hane yapsak, Hakikat’ten bir de çatı kondursak üstüne, tabanını da tevazuu ile kaplatsak yaşanır orada dedik.. Tabii bir de eşya lazım o haneye, bu devirde bir hane kurmak ne demek! Eski eğitimlerimizi ikinci elciye bile vermeden yakalım en iyisi dedik, onların yerine öğrenmeler edinelim yeni; hem dayanlıklı hem de kullanışlı olurlar bilir misiniz? Bu sıralar hane’nin temeliyle uğraşmaktayız, belediyeden izin vs vs..
 
En kısa zamanda bitmesi için var gönlümüzle çalışmak niyetindeyiz.. Kapitalist amcalar dediler ki bundan sonra her kış bir öncekinden de sert geçecekmiş! Ön kabullerimizi yaksak biraz, yine de bir önbilgi kadar iyi ısıtmaz diye düşündük biz de; bu yüzden elimizi çabuk tutalım diyoruz.. Zaten daha geçen gün ayaklarımı zor ikna ettim onları benden razı etmeye (aramızda kalırsa bu sevinirim, pek bir alınganlar!) Hele aklım! Neymiş yok layığıyla kullanmıyormuşum, yok akıl ışık olurmuş.. Haksız da sayılmazlar hani! Daha vaktimiz olsa da, boşa geçirecek ömrümüz yok değil mi?
 
Eee, siz hala eşya bakmaya başlamadınız mı? Anneleriniz size yola azıksız çıkılmayacağını öğretmedi mi yoksa?!

14 Nisan 2014 Pazartesi



Susabilirsen çığlık çığlığa, Susmak bazen niyazin en büyüğüdür,
Benim söylemek için çırpındığım gecelerde,
Rüzgarlı bir güvertede deniz suyuyla, tel fırçayla yıkanmış branda bezinden gömlek gibiyken sırtımda keder; yerküre denen bu bir ömürlük meskeni,
dipsiz ve sessiz biz hüzne kapılmadan seyretmek mümkün müdür ?

‘Harflerin bir araya getirilmesiyle hikmet noktası bilinir mi,
konuşalım lakin sözden ne çıkar ?’ dedim.
Kulakların duy dediği sese eğildim:
-Hiç.
Sonra sustum.
Doldurdum heybeye harfleri olur da bir gün yüreğe duy derler.
Hazan sarısı son baharları,
ana kucağını kıskandıran kuş cıvıltısını,
kalbine katran karası bulutların uzanamadığı çocukları müjdeler;
varlık iddiasını alırlar dilden.
Verirler insanoğluna hüviyetinin özünü.
Bilirim ancak o vakit başlar gönül konuşmaya cananıyla can-ı gönülden.

Niyazim nerden gelip nereye gittiğimize.
Belli iken bilinmez, aşikarken görülmeze;
Adı AŞK.









5 Nisan 2014 Cumartesi

Gökte ararken yerde arandık

Kar dünyaya yağar;
Güneş dünyaya da doğar.
Bütün karları güneş bir eder.
Kimi bekler; kimi beklemez; kimi bekleyemez..


22 Şubat 2014 Cumartesi

Ahir-i Modern (Kelimelerin Ölümü - II)



Bir zalim olduğumu ne zaman anladım? İki kişilik bir dünyam kalmıştı sonunda. Nefs ve ben. Önce şeytana kandım. Sonra nefsimi kandırdım. Sonra nefsimle bütün dünyadaki baştan aşağı herkesi ve her şeyi kılıçtan geçirdik. Kimse kalmamıştı, koca bir hiçlik yurdu. yorgun bir beden, çarpışmak için son nefeslerini soluyan iki kişi. İkisi de paçavralar içinde, kendi kılıklarından çıkmış, sevgisiz gözlerle birbirlerine bakıp diğerini öldürme derdinde. Ortamın bir Habil'i yok, kimse de Kabil değil. Son nefesler de alınıp birbirlerine koşmaya başlarlar, kılıçlar tam saplanacakken, kalabalık bir sokak ortasında tekrar bulurlar kendilerini. Bir hayret ve suskunluk.. Belki de bu kaçıncı kez dönmekte olan bir film diye düşünürler. Ya kalem bulup yazacaklardır ya da kılıçla dünyayı kana bulamaya devam edeceklerdir. Cidden bu filmi kaçıncı kez izliyoruz?

"Zulüm bir şeyi yerinde kullanmamaktır." Hikmetli bir söz. Ben ve nefs. İkisinin de birbirini öldüremeyeceğini bilmek, kaldıramayacağımız bir enerjiyi boş bırakır, boşluğa bırakır. Bu kadar oksijen fazla yakıcı gelmişti hep bütün özgürlükler gibi. Bütün özgürlükler gibi.. "İnsanoğlu her çağda daha iyi oyuncaklar keşfeden bir çocuğa benzer" sözü (Cemil Meriç, Bu Ülke) bu kaçışı, bu enerji fazlalağını en güzel atacağı şeyi keşfetmiştir: Oyun. Kimisi'nin oyunu tehlikelidir ama oyun olduğunu da unutmaz, ama canı da bu tehlikeli oyunları oynamak ister. Modernite, her oyuncağın rahatça atılabileceğini, yerine yenisinin (daha iyisinin) alınabileceğini, baskı altında kalmanın lüzumu olmadığını söylerken, aslında ne büyük bir şeyi okumaktaydı. Bir oyuncakla bir ömrü geçirmek isteyenlerin sancısı, sonuç bulabilir mi? Bu koca anlamsızlık ve anlatılmaz dahi kendi oyuncaklarını bir türlü yaratacaktır."ever tried, ever failed. try again, fail again. fail better" (Samuel Beckett, Malone dies). Moderniteye karşı bir oyuncakla yaşlanarak, ya da yenisini kabul etmeyerek savaşmak muhakkak ki moderniteyi daha fazla güçlendirecektir. Oyunlar içinde yaşadığımız ön kabulüne niye bu kadar sığındık? Belki de doğru kelime oyun ya da oyuncak değildi? Belki de o geçmeyen bahar diye aranan gözlerimiz, baki kalan demler heveslerimiz daha sağlam oyuncaklarla değil de ellerimizle yaşamak'a direk dokunarak mümkün olur? 

Zalim bir dünyada doğduğumu farkettim sonra.(Neredeyse) Bütün kalabalık yapılacak şeylerin zulüm olmak zorunda bırakıldığı, bütün mutlulukların eğlenmek olduğu, bütün beklenenlerin zaten gelmekte olduğu ve bütün hayatların birer oyun olduğu, kağıttan kimlikler, camdan gözlükler... Zalim olduğumu yalnızlığıma ağlarken farkettim aslında, dışlandığım bütün oyunlara ağlamamın nedeni zaten oyun oynamak istememdi. Ağladığım şey zaten hakiki değildi, çocuktum ve hala oyun oynamak istiyordum. Zulmü başkasının yapmasına gerek yoktur. Voltaire bunu güzel açıklamıştı: "yaşının ruhuna sahip olmayan, yaşının bütün sancılarını çeker". Bu elbette yaşına göre oyun bulma durumu değildi. Zalim olduğumu anladım çünkü zulmüme ağlayamıyordum. Ben nereye dokunsam zaten kendi derimi hissetmişim, sustum.. Özgürlük artık hayatımda bir seçenek olarak dahi sunulmadığını farkettim ve bunu unutturacak bütün seçeneklerin günden güne artması. Ve bütün seçeneklerin de neredeyse satın alınması.. Halbuki bedava bir zorunluluğumuz vardı: Hürriyet. oyunlar oynamak için ne kadar ve ne kadarını satabiliriz (ya da satmak zorunda kaldık), kestiremiyorum.

"...Ondan sonra da affetmeyecektiniz kendinizi. Üstelik hiçbir suçunuz yokken." (Dostoyevski, Budala). Ve bu affedilmeyişin kucağına düşmek ve yarattığımız narsisist- nesnel olmayan- bilgilerle (E.Fromm, Sevme Sanatı) çocuklukta daha fazla kalış, çocukça kalış, çocukça bir inatla kurtulamayış.. Aslında çocukken bile bu kadar çocuk değildik desem kim inanır? Oyuncak diye bir şeyin varlığını ya da gerekliliğini reddetmenin de beni tekrar aynı paradoksa sürükleyeceğini de sonra anladım.

Nefs ve ben.. Birbirlerini unutmaya çalıştı sonra, başka yollardan yürümek istediler. Ve düşünmemeyi umuyorlardı, birbirlerini düşünmek azap verici ve gereksizdi: sarhoşluğa ihtiyaç vardı. Unutmak için sarhoş olmalıydık: "her zaman sarhoş olmali. her şey bunda: tek sorun bu. omuzlarınızı ezen, sizi toprağa doğru çeken zaman'ın korkunç ağırlığını duymamak için, durmamacasına sarhoş olmalısınız. ama neyle? Şarapla, Şiirle, ya da erdemle, nasıl isterseniz. ama sarhoş olun. " (Charles Baudelaire, Paris Sıkıntısı). Benim için savaş ama bir türlü son bulmuyordu. Sarhoşluk vardı ama unutturmak için değil hatırlamak içindi, bu dava da bir yalnız bayrak olarak düştü elime, başka yalnızlar buluncaya dek. Sarhoşluk dahi zulümdü, kimisi sarhoştu; kimisi leş ama hiçbiri şarabın yerini hatırlamıyordu orası kesin. Ümitsizlik sanki asrın en büyük oyuncağıydı..

Kaygı için "özgürlüğün baş dönmesi" der Kierkegaard. Pişman değilsin, üzgün de değilsin; mutluluğunun ve huzurunun da tam olduğu söylenemez. Özgürlükten kaçmaya yol aramaktasın, kendinden kaçamıyor, nefsinin elinde de kukla olmaktan çekinmektesin. "Kendi", kendiliğinden, kendinde doğar. Özgürdür kısaca. (Liberalizmin de bir "spontaneuos order" ideali kullanması aslında bu daireye ne kadar da güzel oturmakta değil mi?) Ama bir zıddından bahsetmek mümkün müdür özgürlüğün? "Allah yoksa Hürriyet yok" diyebilenler cevabını verecektir muhakkak. Kaygıyı ne zaman ki kendimin değil, kendimsizliğimin yarattığını farkettim işte o zaman özgürlüğü geri almak için çok paraya aldığım onca oyuncağı hiç pahasına içimden çıkarmamın gerekli olduğunu düşündüm. Hür kalabilmek için önce kaygılanmalıydım ben, kaygısız çoğu nefesin(modern insanda) hür kalıştan uzaklaşmak olduğunu da sonra anladım. Bildiğimi de bilmesem bu da bir oyuna dönmeyebilirdi. Özgürlük yaratılabilirdi ama önce zulme bir nazar gerekli denilebilirdi..

Ne zaman bir zalim olduğumu anladım? Bineğimi oyun için düşman bellediğim sırada; Nefis bineği, ben'i ezmekten dahi sıkılmışken kendimi onun ayakları altına sermeye çalışırken. İlginçtir ama nefse ben zulmetmiş oluyorum. Anlar gibi oldum sonra, "yerinde kullanmamak"; binek, belki de binmek içindi.. Belki o zaman Hakikat'in oyun olmadığını; ve oyunda dahi bir Hakikat olduğunu anlarım. Ve bir anka kuşu.. Ve kurtuluş için el uzatabilmek, tutabilmek.. Rahman'dır muhakkak.. 

Şüphesiz ki eksik söylendi










10 Şubat 2014 Pazartesi

Kuşçu'nun Hakikat

"Marifet, kargayı dinlemeden bülbülün zevkine varmak.."
Teceddüd hareketin vacibi...

27 Ocak 2014 Pazartesi

imansızlığa çözüm
imansızlıkta yok

14 Ocak 2014 Salı

Gel de anlat

mesela bir gün
giyindim, sabahtı, biraz yalnız..
boyum kısaydı yalnızlığım da,
korkutmadı bu yüzden.
mesela avuçlarımın kuruluğuna şaşırdım;
kalemleri birlikte ıslatmıştık halbuki dün..
bu şaşkınlığa da fazla şaşırmadım.
hatırlayacak kadar uzun metraj olmadı.
mesela durduk yerde soru sordum:
dayağı içip yemesem ne olurdum diye,
sonra ayakkabımı giydim,
bir kavgaya hazırdım,
mesela, evin kapısından çıktım..
çıkarken, seni sevmekti niyetim,
kendimi unuttum mesela bir gün.

Kelimelerin Ölümü-I

"Derken, Adem (vahy yoluyla) Rabbinden birtakım kelimeler aldı, (onlarla amel edip Rabb'ine yalvardı. O da) bunun üzerine tövbesini kabul etti. Şüphesiz o, tövbeleri çok kabul edendir, çok bağışlayandır." Bakara-37

“En bayağı olayın bir serüven haline gelmesi için onu anlatmaya koyulmanız gerekir ve yeter. İnsanları aldatan da bu zaten. İnsanoğlu hikayecilikten kurtulamaz, kendi hikayeleri ve başkalarının hikayeleri arasında yaşar. Başına gelen her şeyi hikayeler içinden görür. Hayatını, sanki anlatıyormuş gibi yaşamaya çalışır. Ama ya yaşamayı ya da anlatmayı seçmek gerek.” J.P.Sartre / Bulantı

Hakk niye kelimeleri öğretmiştir ki İnsan'a? Adem gözyaşlarının çamurundan kendini tekrar kılmış olabilir mi? Adem ilk toprağa basınca ne hissetmişti ki? Adem'den bu yana toprak ne kadar değişmiş olabilir? Bir toprakla bir kelimenin arasındaki bağ ne olabilir ki?

Muhakkak ki halen topraktan yaratılmaktayız. Muhakkak ki bir yandan da sürekli toprak olmaktayız. Ölüm de aslında buna bir sekte vurmuyor. Çünkü toprak yemeyi bırakmak zorunda kalıyoruz bu yüzden de aslında toprak olmaya bir son veriyoruz. Kendimiz de sonunda toprak olarak, toprağı toprak etmeye bir son veriyoruz. (Nasıl toprağı toprak ediyoruz bir bahs-i diğer) Ölünceye kadar toprak olmuş olan saçımızın büyüklüğü büyük ihtimalle öldüğümüz andaki bedenimizin büyüklüğünden daha fazlası edecek. Bir çamur parçasından bir heykel hayal edin ve onu bir toprağa gömün. Ve gözlerinizi kapatın. Ve bir karanlığı hayal edin, tekrar gözlerinizi kapatın. Kim karanlık denilince siyahı düşünmekten alıkoyabiliyor kendini. Karanlığın rengi siyahtır, karanlık bir siyah değildir. Ölüm, ölmek olsaydı; böyle bir açlıkla açmayacaktım gözlerimi. Bir gariplik var ya da bende var ya da ben varım ya da hiçbiri yok. "doğruyu yanlıştan ayırmak için" demek ki siyah ve karanlık kelimelerine ihtiyacımız olsa gerek diyor cahil idrakim.

Şimdi ise çamurumuzu pişirin, pişirin, pişirin. Üstüne size dair bütün desenleri çizin. Boyayın onu, özenin biraz, ellerinizi alın fırçaları, çekinmeyin. Tekrar pişirin. Şimdi tekrar gömün toprağa. Onu öylece bırakın. Zamana mahkum edin onu. Böylelikle uzun süre hiç bozulmadan kalabilecek. Çok daha fazla uzun ömürlü olduk şimdi. Zaman geçti, geçti, geçti. Hayatın kendisinden sonra en acımasız parçası olan zaman onu da zamanla eskitti, yıprattı, parçaladı tekrar toprak kıldı. Yine bizim hüsranımız. Zaman bir ete kemiğe bürünüp yapmadı ama bunu. Azrail eline bir orak alıp biçmiyor insanları sonuçta, bizim bin bir türlü orakla olan münasebetimiz yüzünden belki de zaman. Aslında pişmiş çamuru da toprak yapan dokunduğu toprak olsa gerek. Eğer bir boşluğa gömseydik muhakkak sonsuza dek olduğu gibi kalabilecekti. (eğer onun etkileşime gireceği topraktan bağımsız olan enerjiyi soracak olursanız, orada tefekkür etmeniz gerekecek. kısaca, karşı koyabilecek bir enerjisi olduğunu hayal edin.) Dünyada bir var'ı gömebileceğimiz bir boşluk ise malesef yok. O zaman o soruyu tekrar soracağım: kurtuluş yok mu? Tek kurtuluşu zamanın madde üzerine etkisini yok etmekle mümkün oluyor. O da yalnızca yok olarak mümkün olsa gerek. Öleni hangi zaman öldürebilir ki bir daha? İnsan kendini bir boşlukla sararsa (bir mumya gibi düşünün) muhakkak meydan okuyabilir. Boşluk İnsan'ı kendine çekip zaten yok edecektir ve toprağa değmeyecektir. "Vücudu fani kılmaktır, adı Aşk."* (Bu bahsi Hz. İnsan oldukça daha iyi bağlarız umarım.) Ölüm de ölmeseydi böyle bir açlıkla açmayacaktım gözlerimi. "Endişe, yok'u var kabul etmek"** ise bu endişeden kurtulmamız için yok ve var kelimelerine ihtiyacımız olsa gerek. Hatta "ne var?" sorusuna ve "Ne var ki!" hayretine dahi ihtiyacımız var.

Şimdi ise pişmiş çamurdan olan heykelinizi "yakacağı beşer(olmamış insan) ve taş(olmamış toprak) olan" bir cehennemde yakın, yakın, yok edin. Buradan öte ben'i susturur, siz'i bitirir. Şimdi ise bir nefes bırakın boşluğa. Tekrar boşluğa bakın. İçinize bir boşluk çekin (nefes almamaya devam edin). Ölüm bir hikayedir okuyana, ölüm bir yaşamaktır yaşayana diyebiliriz belki de Sartre'ın belki de bilmeden öğrettiği gibi bana. Nefes alın. "Üzerimize örtülmeden kapı, biz örtelim kapıyı"*** Her şeyden sonra belki de susmak kelimesine ihtiyacımız var belki de "dinlemek"**** için.. Yada susmak ile sessizlik arasındaki farkı anlamamız için. Kelime (de) öğreten Rabb'e hamdolsun. Çamur'dan yaratıp çamur kılmayan Rabb'e hamdolsun.

İlmin bir nokta olduğuna inandım ama hiç bir nokta halinde görmedim. ama bir cahil olarak ben de onu çoğalttım. Belki de bağlantısız görünen bunca söz için dinleyenin affına sığınırım. Aslında kısaca, Hz. Pir'in sözünü daha yeni anlamaya başladım: "Hamdım, Piştim, Yandım..."

Çok önemli: Baştaki ayet yalnızca benim Rabb'ime giden yollarımdan bir tanesi olarak kabul edilerek paylaşılmıştır (diğerleri gibi), benim kurduğum bağlantılarla hiçbir -savunabileceğim- ilimsel birlikteliği yoktur. Lütfen bağlayıcı kabul etmeyiniz. Sorgulamanızı bırakmayınız. Affına sığınırım.

*Eşrefoğlu Rumi
**/*** Dücane Cündioğlu- Cenab-ı Aşk ve Hz. İnsan
**** Hz. Mevlana- Mesnevi

8 Ocak 2014 Çarşamba

diyar-ı kebir

gitmeden gelemezsin,
gittikçe bilir
geldikçe gidersin
gider, gelir, bilir
diyarını bir gün
sen 'de
 kaybedip,
  kayboldukça
bulursun
 bilirsin
  sen' de
   gidersin