فَكُّ
رَقَبَةٍ
(Beled, 13)
Özgür olmak deyince bir durup düşünmenin vücudumuza
verdiği ağrılık, ruhumuza verdiğinden daha fazla değildir, inanın..
Görünmeyen ama var olan zincirler.. Otobüse binin,
kantinde bir çay için, dersliğin önünde sigara tüttürün, köşedeki salaş
restoranda yemek yiyin ve birkaç dakika ayırıp etrafınıza bakın bu lineer zaman
akışında; insanların olmayan -görünmeyen– prangalarını, zincirlerini,
sınırlarını yahut sınırlanmışlıklarını, özgürsüzleştirilmişliklerini görmek
için, gözünüzün gerçek bir ‘göz’ olması gerekecektir.
Bir köle, özgürlüğü zincirlenmiş / özgürlüğünü
zincirlemiş bir bedbaht.. çok uzaklara bakmayalım efendim, herkes en çok kendi
prangalarının yaralarını duyumsar belki.. Kendimizi görelim evvel. ‘Hayır’
diyemediğimiz teklifleri, ayıplanan davranışlarımızı, hesap vermek zorunda
hissettiğimiz insanları, kuyruk acısı gibi peşimizde sürüklediğimiz; bize her
elimizi sobaya uzattığımızda ‘cıs’ diyen geçmişimizi düşünelim. Altında
ezildiğimiz sorumluluklarımızdan bir demet yaptırıp, bu dünyadaki kabrimize
götürelim. Ölmeden öldürelim kendimizi, biz ölmeden özgürlüğümüzü öldürenlere
selam verelim onlar bizi görmeden.
İletişimler kuruyoruz, iletişiyoruz. Merhaba deyip
tanışıyoruz. Yeni sorumluluklara hoş geldin diyoruz. Kamburumuzu çıkartana
kadar hoş bulduk diyorlar. Sonra.. Sonra, zincirlerimizden kurtulmak istersek
bir gün şayet, bizi sevgisizlikleriyle cezalandırmakla tehdit edip, dişlerini
gösteriyorlar.. Korkmayın efendim ısıramazlar! Sizin canınızı düşündüklerinden
değil, facebooktan bir arkadaşları eksileceği için, yahut üzerinde belli bir
otorite sahibi oldukları minik bir toprak parçası devasa imparatorluklarından
koparılacak diye.. Durum bu değilse efendim; o zaman o insan/eşya/canlı/cansız
vs yanında özgürlüğün paylaşılabileceği suç ortağı olma basamaklarını çıkma
şansını hak ediyor olabilir. Durum az önce izah edildiği üzere cereyan
ediyorsa; o zaman ona/onlara görüp
görebilecekleri son rahmeti ihsan edin Oğuzum Atay’dan bir söz söyleyerek: "beni
ya şımartın ya da kapı dışarı edin, yarı içtenliğe dayanmam zor benim. Bir kişi
mi kalacak? Tamam, bir kişi kalsın."..
"Ben günahkârım bana vurun." Diye devam eder pasaj, tıpkı hayatın
resmi ideolojisinde oluğu gibi.. Çünkü önce kendimize buluruz kabahati (ben ve
benim gibiler albayım).. Belki kırbaçlamak kırbaçlanmaktan daha az acı verir
mantığıyla yahut sıkıldığımız bir derste kolumuza ‘J’aime ma peine’
yazdığımızdan; çoğalır da çoğalır özgür olmak arzusunun özgürlüğe alışkın
olmayan bünyemize ettiği zulmün ‘insanlar’ hatta ‘eşya’ tarafından sömürülme
sahneleri..
Ama yok, pes etmek özgür kalma arzusuyla yanıp tutuşan bir emanetin
‘carrier/bearer’ına yakışmaz. Yalnızlığımızı kolumuza takıp, coşkun seller gibi
akabilmeliyiz bazen sokaklarda.. ‘Zor’ demek, değiştirir mi kaderi? Elbet
abartılı mutluluklar büyütmek çare olmayacaktır, muhakkak ki insan ‘medeni
bi’t-tab’dır. Yani, tabiatı gereği medenidir. (elbette ‘medeni’den kastım
bugünkü bozulmuş kullanımı ile ‘çağdaş’ değil.) Kastım şudur ki; insan
muhtaçtır, ihtiyaç duyar. Bir’ine, eşyaya, harekete ihtiyaç duyar. Diğer bir
deyişle, yalnızlık Allah’a mahsustur. Yalın-lan-mak.. İnsanlardan, eşyadan ve
hareketten..
O halükarda, yola çıkmalıyız. Bu yol
öyle bir yol ki, gölgemizin bile kalabalık ettiği kadar sessiz; bir başka
gölgeden arındırılamayacak kadar da hacimli. Yani, gerçeği duyan kulakları
olmasına rağmen yine de susan dudakların yoludur bu yol. Vuslat’a inanan,
bulmayı arzu eden ama kaybetmeden bulunamayacağını da kabul eden gönüllerin
işidir bu yol. Açlığını bilen ama doymak bilmeyen; usanmadan öğrenen, öğrenmeyi
öğrenen; yani, inanan, inanan ve daha çok inananın yürüyeceği yoldur bu yol. Ve
en önemlisi, kendini başkasının özgürlüğünün dokunulmazlık sınırına kadar
gitmekten men edebilenlerin ve yalnızlık korkusuyla kendi özgürlüğünü dünyevi
sahipliklerin ellerine teslim etmeyenlerin beraber arşınlayabileceği bir yoldur
bu yol.
Bu yolda, O’ndan başkasına ulaşmak arzusu yoktur. ‘Vesile’ olmaktan öteye
gidemeyecek ‘insan’ yahut ‘eşya’ya körü körüne bağlanmak, dallarına adak adanan
ağaçların sonbaharda yaprak dökmesi gibi yarı yolda bırakacaktır ‘insan’ı.
Yani, imanınla kavuştuğun biricik özgürlüğün, sonbahar rüzgarında savrulan
yapraklar gibi biçare yok olacaktır ayaklar altında.
Diyeceksiniz ki efendim, nereden nereye vardık? Nereye varmak amacında
idik? Diyeceğim ki efendim, ‘Kabe’miz
belli idi lakin yolculuğa dair bir malumatımız yahut bir hesap kitabımız yoktu.
Ata bindik ya nasip dedik. İçimizdeki köleyi azad etmeye giriştik.
Velhasıl-ı kelam, Allah’a inandık, özgür olduk/kaldık, özgür kıldık.
Temmuz 2013
istanbul
* Bu yazının üzerine insa edildiği ayet'in yanlış yorumlanmış ya da en azından bu yazının odağı ile ilgili olarak günümüz köleliğine atfedilmiş olması ile ilgili kafa karışıklığı içinde olunup, yapılan mağrurca davranış ve had aşımı için içten bir af dilenmektedir. Kabul olunur inşallah..