Cadde Kalabalık
geldi bana, insanların birbirine benzedikleri,
tümünün iki ayaklı oluşu şaşılacak şeydi. (Atılmış adlı hikayeden)
Kaçmak, nereye? Yalnızlık, kopuş,
isyan... Sokaktaki görüp de beğenmeyeceğimiz “x” kişisinin benliğine şahdamarı
kadar yakın, bireyin, ”duygularının” dememizin kafi gelmeyeceği dolayısıyla esasen
“varoluşunun” -şahdamarının atışından,
Freud kişilik yapısındaki ‘süperego’nun en çok bastırdığı cinsellik
temalarına kadar, en ince ayrıntılarını adeta ruh hastası(!) bir yaklaşımla ele alıyor Yusuf Atılgan
hikayelerde.
O günün kent ya da köy toplumlarının bir
parçası olup, bulundukları toplumun insanlarından da bir o kadar uzak olduğu
bir çeşit “sosyalnızlık” temalı ruh halleri ilk hikayelerden itibaren göze
çarpıyor. Bu yazıda “sosyalnızlık” kişilerin içinde bulundukları durumu
anlatıyor olacak. Yani kavram olarak ortaya attığımız, sosyalnızlığı açıklamaya
çalışacağız.
Bu kavramı aklımda en temiz
şekillendiren satırlardan bir dizisine “Bodur Minareden Öte” de rastladım.
Girişinde diyor ki:
“...Buraya
gelmeden önce ne gerekiyorsa hepsini yaptım; öğle yemeği yemedim, tıklım tıklım
bir otobüste biletçiyi ayağıma bastırdım, bir kadına kaşlarını çattırdım,
inerken ... bir adamı ‘yavaş ol be’ diye bağırttırdım. ... kendimi itelettim,
kakalattım. ...
Omuzlarım daralır gibi oldu. Küçülüyordum...”
Burada yazar yarattığı karakterin,
toplumuna nazaran kendisini koyduğu yeri hissettirmeye çalışıyor. Atılgan’ın hikayelerinde
dem vurduğu bir çok öge yine burada mevcut: itelenmişlik, çevrenin olumsuzluğu,
içe kapanıklık... Karakterimiz yine, kalabalığın içinde kendini yavaş yavaş
küçülüyor gibi hissediyor. Üzerindeki bulantı yaratan baskıyı anlamamız için
ise alim olmaya gerek yok. Buradaki karakterle “Gregor Samsa” arasında ufak benzerlikler
yakalamak için de öyle. Kafka’nın toplumdan soyutlanan, patronunu, ailesini ve
ona baskı kuran bütün ögeleri böcekleştirerek var ettiği Gregor’ı gibi, Atılgan
da x’ini kalabalığın içinde küçültüyor. Ruhuna
işlemiş olan yılgınlığı daha hikayenin başından hissettirirken, genel olarak
vermeye çalıştığı modern toplum insanının toplum içindeki yalnızlığı bunalma
hali, devinen kalabalığın içinde bir birey olarak varoluş mücadelesi verme vs
durumları hikayenin geneline yayıyor. Bizim sosyalnızlık adını verdiğimiz
kavramın da önemli bir kısmını teşkil ediyor bu yaklaşımlar.
Hikayenin ilerleyen kısımlarında döşemenin
kayması anaforu da en az Gregor’un bir sabah kendini böcek olarak bulması kadar
ilginç. Hikayedeki kişinin kendisini insanların arasında bir yokoluş içine
atması, çevresindeki sıradan insanlardan bir kaçışı temsil ediyor gibi. Selâhaddin
Bey’in çenesinin esnerken düşmesi, modern yaşamın getirdiği monoton akıştaki bu
ufacık ve enteresan değişikliğe evcek gülerken yazarın aniden aklına gelen bir
farkındalık ve birden karakterin kendisini Selahaddin Bey’in koltuğunda ve
Selahaddin Bey olarak bulması ve ardından altındaki döşemenin ilk kez kayması,
bu kaçış anaforunun ayrıntıları.
“Düşerken karımın kıllarına tutunurdum”
diyor yazar. İkisi arasında bir adı olan ve karakterin adını unuttuğu bir aşkı
var. Belki de burada hayatta gördüğü bütün bu sıkıntılara, boğulmalara karşın
tutunacak yer aramasının etkilerini görüyor olabiliriz. Hikayede karısından da
uzaklaşmasından onunla aralarındaki ilişkinin detaylarından da bahsediliyor.
Dolma benzentmesi –suyun üstünde yüzen tek tük yarı dönüş yağ parçacıkları olan
dünden kalma dolma- de ona yönelik olarak kullanılmış. Aslında karakterin
varlık sebebi olarak bu aşkı içinde bulundurduğunu da anlıyoruz:
“Biliyor musun beni
yokluğun eşiğinden çevirdin. Biz birbirimiz için varız”
Hikayenin kapanışında yer alan
paragrafta ise bu modernizmin, şehirlerin bunların getirdiği çarpıklığın
üzerinden özetle geçiyor Atılgan adeta.
Bodur minare, üzeri teneke kaplı yapılar, çürük zeytin çekirdeği
rengindeki alan, gibi kullanımlarla, aklımıza nükleer facia sonrası Çernobil’i
getirmekte zorlanmamış. Düşünen bir okur için iç karartıcılığını yaratmakta
ustalığını konuşturmuş. Sosyalnızlığın bir diğer boyutunu da böylelikle
sergilemiş.
Atılgan’ın yarattığı karakterlerin
yalnızca insan olmayışı, içindeki özgürlük ve isyana bağlı olarak bir kuşun ve
bir tavuğun da hikayesini fabl tadında anlatması onun ilginçliklerinden(!) bir
diğeri. Karakterleri insan da olsa hayvan da olsa değişmeyen şey iç sıkıntısı
ve bıkkınlık. Yazarın mükemmel gözlem ve bağ kurma yeteneğinin eseri olan Kümesten
Öte’de öyküsündeki tavuğun durumunu inceleyince modern insanı orada görebiliyoruz.
Bazen horoz kılıklı şirret müdürler, öğretmenler, ona yem veriyor gözüken ama
aslında köleliğinin kaynağı olan “insan”lar, sanki Yusuf Atılgan’ın dünya
görüşüne parallelik oluşturacak şekilde kapitalizm eleştirisi gibi gözüküyor.
Kümesteki hayvanlar benzetmesinin sadece
bir fabl olmadığını anlayabildiğimiz, okuyucunun hikayeyi öykülerindeki genel
akıştan kopuk olarak algılamasını önleyecek o en mühim noktalardan birisi de
kümesi betimlerken Atılgan’ın seçtiği kelimeler:
“Kendimi
bildim bileli öteki dört tavuk ve bir horozla hep bu daracık avludayız. Çevremizi
bana pek yüksek gelen yapılar, duvarlar
kuşatıyor.”
Buradan yine Tavuk’un içinde bulunduğu
sosyalnızlığı çıkarabiliyoruz. Çünkü tavuk yine sadece yalnız değil.
Hapishanesinde tek başına yaşayan bir mahkum da değil. Çevresinde ona dünyayı
dar eden varlıklar var. Bunların başında gelen horoz karakteriyle insanlar
aslında iki sınıfa ayrılıyor. Horozun köle, duyarsız, cahil, böcek, dolayısıyla
bu sosyalnızlığı çeken, anlam mücadelesi verenleri anlamadığından hor gören insanı
temsili çok açık olarak farkedilen şeylerden birisi hikayede. Bu örnekle de
yazar belki de gerçek hayatında kendi içinde bulunduğu onu köye göç ettiren
sebeplerden birini kaleminde canlandırmış.
Toplumun eleştiri okları ve iç
dünyasında yaşayan yalnız bireyin masumiyeti, korkaklığı, özgürlük isteği,
yazarın kurduğu kümes dünyasında yine göze çarpıyor.
“Horoz
üzerime atlayıp başımdan tüyleri yoluyor. “Pis tavuk” diyor. “Kadının avucundan
yem yedin diye kendini bir bok mu sanıyorsun.”
Yusuf Atılgan’ın karakterlerinin ruh
yapılarına hissettiklerine tam olarak hakim olmak için üzerinde çok detaylı
araştırmaların yapılması gerektiği aşikar. Önemli eserlerinin yanında onun
fikir hayatı ve “yaşadıkları” üzerinde de durmak önem taşıyor bu tarz
değerlendirmeler için. Yalnızca belli başlı öykülerinden yola çıkarak
yapıtığımız bu tarz değerlendirmeler elbette çok kısır kalıyor. Bu yüzden
öncelikle Yusuf Atılgan’dan özür dilememiz gerekiyor.