Lorem İpsum



Olmak için ölmek; Bilmek için sormak...


25 Ekim 2012 Perşembe

Yusuf Atılgan Öykülerindeki “Sosyalnızlık” Üzerine...

Cadde Kalabalık geldi bana, insanların birbirine benzedikleri, 

tümünün iki ayaklı oluşu şaşılacak şeydi. (Atılmış adlı hikayeden)

Kaçmak, nereye? Yalnızlık, kopuş, isyan... Sokaktaki görüp de beğenmeyeceğimiz “x” kişisinin benliğine şahdamarı kadar yakın, bireyin, ”duygularının” dememizin kafi gelmeyeceği dolayısıyla esasen “varoluşunun” -şahdamarının atışından,  Freud kişilik yapısındaki ‘süperego’nun en çok bastırdığı cinsellik temalarına kadar, en ince ayrıntılarını adeta ruh hastası(!) bir  yaklaşımla ele alıyor Yusuf Atılgan hikayelerde.

O günün kent ya da köy toplumlarının bir parçası olup, bulundukları toplumun insanlarından da bir o kadar uzak olduğu bir çeşit “sosyalnızlık” temalı ruh halleri ilk hikayelerden itibaren göze çarpıyor. Bu yazıda “sosyalnızlık” kişilerin içinde bulundukları durumu anlatıyor olacak. Yani kavram olarak ortaya attığımız, sosyalnızlığı açıklamaya çalışacağız.

Bu kavramı aklımda en temiz şekillendiren satırlardan bir dizisine “Bodur Minareden Öte” de rastladım. Girişinde diyor ki:
“...Buraya gelmeden önce ne gerekiyorsa hepsini yaptım; öğle yemeği yemedim, tıklım tıklım bir otobüste biletçiyi ayağıma bastırdım, bir kadına kaşlarını çattırdım, inerken ... bir adamı ‘yavaş ol be’ diye bağırttırdım. ... kendimi itelettim, kakalattım. ...
Omuzlarım daralır gibi oldu. Küçülüyordum...”
Burada yazar yarattığı karakterin, toplumuna nazaran kendisini koyduğu yeri hissettirmeye çalışıyor. Atılgan’ın hikayelerinde dem vurduğu bir çok öge yine burada mevcut: itelenmişlik, çevrenin olumsuzluğu, içe kapanıklık... Karakterimiz yine, kalabalığın içinde kendini yavaş yavaş küçülüyor gibi hissediyor. Üzerindeki bulantı yaratan baskıyı anlamamız için ise alim olmaya gerek yok. Buradaki karakterle “Gregor Samsa” arasında ufak benzerlikler yakalamak için de öyle. Kafka’nın toplumdan soyutlanan, patronunu, ailesini ve ona baskı kuran bütün ögeleri böcekleştirerek var ettiği Gregor’ı gibi, Atılgan da x’ini kalabalığın içinde küçültüyor.  Ruhuna işlemiş olan yılgınlığı daha hikayenin başından hissettirirken, genel olarak vermeye çalıştığı modern toplum insanının toplum içindeki yalnızlığı bunalma hali, devinen kalabalığın içinde bir birey olarak varoluş mücadelesi verme vs durumları hikayenin geneline yayıyor. Bizim sosyalnızlık adını verdiğimiz kavramın da önemli bir kısmını teşkil ediyor bu yaklaşımlar.
Hikayenin ilerleyen kısımlarında döşemenin kayması anaforu da en az Gregor’un bir sabah kendini böcek olarak bulması kadar ilginç. Hikayedeki kişinin kendisini insanların arasında bir yokoluş içine atması, çevresindeki sıradan insanlardan bir kaçışı temsil ediyor gibi. Selâhaddin Bey’in çenesinin esnerken düşmesi, modern yaşamın getirdiği monoton akıştaki bu ufacık ve enteresan değişikliğe evcek gülerken yazarın aniden aklına gelen bir farkındalık ve birden karakterin kendisini Selahaddin Bey’in koltuğunda ve Selahaddin Bey olarak bulması ve ardından altındaki döşemenin ilk kez kayması, bu kaçış anaforunun ayrıntıları.
“Düşerken karımın kıllarına tutunurdum” diyor yazar. İkisi arasında bir adı olan ve karakterin adını unuttuğu bir aşkı var. Belki de burada hayatta gördüğü bütün bu sıkıntılara, boğulmalara karşın tutunacak yer aramasının etkilerini görüyor olabiliriz. Hikayede karısından da uzaklaşmasından onunla aralarındaki ilişkinin detaylarından da bahsediliyor. Dolma benzentmesi –suyun üstünde yüzen tek tük yarı dönüş yağ parçacıkları olan dünden kalma dolma- de ona yönelik olarak kullanılmış. Aslında karakterin varlık sebebi olarak bu aşkı içinde bulundurduğunu da anlıyoruz:
“Biliyor musun beni yokluğun eşiğinden çevirdin. Biz birbirimiz için varız” 
Hikayenin kapanışında yer alan paragrafta ise bu modernizmin, şehirlerin bunların getirdiği çarpıklığın üzerinden özetle geçiyor Atılgan adeta.  Bodur minare, üzeri teneke kaplı yapılar, çürük zeytin çekirdeği rengindeki alan, gibi kullanımlarla, aklımıza nükleer facia sonrası Çernobil’i getirmekte zorlanmamış. Düşünen bir okur için iç karartıcılığını yaratmakta ustalığını konuşturmuş. Sosyalnızlığın bir diğer boyutunu da böylelikle sergilemiş.
Atılgan’ın yarattığı karakterlerin yalnızca insan olmayışı, içindeki özgürlük ve isyana bağlı olarak bir kuşun ve bir tavuğun da hikayesini fabl tadında anlatması onun ilginçliklerinden(!) bir diğeri. Karakterleri insan da olsa hayvan da olsa değişmeyen şey iç sıkıntısı ve bıkkınlık. Yazarın mükemmel gözlem ve bağ kurma yeteneğinin eseri olan Kümesten Öte’de öyküsündeki tavuğun durumunu inceleyince modern insanı orada görebiliyoruz. Bazen horoz kılıklı şirret müdürler, öğretmenler, ona yem veriyor gözüken ama aslında köleliğinin kaynağı olan “insan”lar, sanki Yusuf Atılgan’ın dünya görüşüne parallelik oluşturacak şekilde kapitalizm eleştirisi gibi gözüküyor.
Kümesteki hayvanlar benzetmesinin sadece bir fabl olmadığını anlayabildiğimiz, okuyucunun hikayeyi öykülerindeki genel akıştan kopuk olarak algılamasını önleyecek o en mühim noktalardan birisi de kümesi betimlerken Atılgan’ın seçtiği kelimeler:
“Kendimi bildim bileli öteki dört tavuk ve bir horozla hep bu daracık avludayız. Çevremizi bana pek yüksek gelen yapılar, duvarlar kuşatıyor.”
Buradan yine Tavuk’un içinde bulunduğu sosyalnızlığı çıkarabiliyoruz. Çünkü tavuk yine sadece yalnız değil. Hapishanesinde tek başına yaşayan bir mahkum da değil. Çevresinde ona dünyayı dar eden varlıklar var. Bunların başında gelen horoz karakteriyle insanlar aslında iki sınıfa ayrılıyor. Horozun köle, duyarsız, cahil, böcek, dolayısıyla bu sosyalnızlığı çeken, anlam mücadelesi verenleri anlamadığından hor gören insanı temsili çok açık olarak farkedilen şeylerden birisi hikayede. Bu örnekle de yazar belki de gerçek hayatında kendi içinde bulunduğu onu köye göç ettiren sebeplerden birini kaleminde canlandırmış.
Toplumun eleştiri okları ve iç dünyasında yaşayan yalnız bireyin masumiyeti, korkaklığı, özgürlük isteği, yazarın kurduğu kümes dünyasında yine göze çarpıyor.  
“Horoz üzerime atlayıp başımdan tüyleri yoluyor. “Pis tavuk” diyor. “Kadının avucundan yem yedin diye kendini bir bok mu sanıyorsun.”
Yusuf Atılgan’ın karakterlerinin ruh yapılarına hissettiklerine tam olarak hakim olmak için üzerinde çok detaylı araştırmaların yapılması gerektiği aşikar. Önemli eserlerinin yanında onun fikir hayatı ve “yaşadıkları” üzerinde de durmak önem taşıyor bu tarz değerlendirmeler için. Yalnızca belli başlı öykülerinden yola çıkarak yapıtığımız bu tarz değerlendirmeler elbette çok kısır kalıyor. Bu yüzden öncelikle Yusuf Atılgan’dan özür dilememiz gerekiyor.

21 Ekim 2012 Pazar

dizesizlik


Elde bir hayat kalır genelde, üzülme. Zaten fazla da değildir bu hayat, bir ölümün götüreceğinden. Dünya hayvanları oyalardı, insanlar kaldırım taşlarında şekiller arardı. Hiçbir kitap elde kalabilecek kadar pürüzlü olmazdı bazen. Evler, kaçılmak istenen bir karanlıktan, soğuktan, yalnızlıktan ileri gitmezdi bazen. Hatta hatta ölmek dahi istemezsin bir gün, ölüm için giyinmek dahi zahmetli gelirdi bazen. birinci tekil yalnızlıklar artar, artar ve dayanamazsın, ikincileşirsin bazen. Hayat tek başına içilecek bir şey değildir senin için, mezeyle donatırsın gereksizce hayatı bazen. Üzülme, en tatlı hayaller yalnızlıkla başlar aslında, başka bir yalnızı bulabilmek gibi, yalnızlığını bulabilmek gibi. Her şeye rağmen, her şeyi yaşamak gerektiğine inanmak zor gelir bazı satırların aralarında. Öylesine yaşarsın, ölesiye yaşayasın varken bazen. Günaha defter tutmak istersin, bazı günahlar yarım sayılır, kafan karışır bazen. Yaşarsın işte, tek tesellin ve günahın yaşamak olur bazen. Bazen elde bir yaşama sancısı kalır, her şey gibi onu da yaşarsın bazen.

6 Ekim 2012 Cumartesi

Kaderin oyunu

"Hakk bilir ama belirlemez" diye başlanabilir kader konusunun temeline ve geri kalanına. olacağın bilinmesi, olmayı da gereksiz kılmaz çünkü bir şeyin bilinmesi için önce bir olana ihtiyaç duyulur. bilinmelidir ki, olacak, olmuş ve olan arasındaki farkı yaratan zamandır. olacağın bilinmesi ile zaten olanın bilinmesi arasındaki fark nedir ki zamansız düşünmesini bilene?olanı da zaten sen biliyorsun, bu da yeterli bilinmesine zaten. anlamak isteyene çok açık aslında: insan yazılan oyunu oynamaz, oynadıkça oyunu yazar. senin aslında bu isyanını da kendin yazmasan, oynayabilme ihtimalin var mıydı bu isyancılık oyununu? Şunu da unutma ki sana bahşedilen hayat'tı; dünya hayat'ı değil. bir ağaca niye kurudun demek yerine niye susuz kaldın demektir İnsan'a yakışan. ağacın niye susuz yaşamayacağını sormak yerine suyun ağaca ne kattığını sormak yakışır İnsan olmuş ve olacağa...


Kolay hayatın zor adamı

ümit...bütün kolay olanların zor adımı geldi, ilk adım zordu, bacağım kısaydı, aklımda fikir çapakları var oldu hep. ümit, harbiden zordu, kimisi ümidiyle yaşardı; kimisi, ümit etmek için... hayat kısaydı, ümitler uzun, zıddıyla bilinir tüm bilinenler, ümidin zıddını bulmak da kolay değildi bana. çünkü yaşanılan hayat isimsizdi bazılarının. ümitler acıydı aslında, mesela sevme ya da sevilme ümidi vardı, özgürlükten mahrum bırakırdı bazı ümitler iç'te. acıyı sana ballandırıp içirirdi böyle ümitler. boşa geçen ömrünün farkında olmaktan mahrum ederdi bu ümitler. kimi ümitler de sadeydi yalnızca, ümitsizliğin ümidi kadar sadeydi. ölmek ümidi mesela, bütün ümitleri dahi yutan, bütün ümitsizliklerin en tatlı ümidi, bütün ümitsizlerin dizinde yatacağı bir anne gibi. annelik ümidi gibi değildi fakat, çünkü ümitsizliğe isyan değildi, geride bir şey bıraktığını hissetmek gibi kandırıcı değildi.

ümit... beklemek gerektirirdi, sabır isterdi, kısa yaşam, uzun ölümler yaşatırdı. gerçeğe başkaldırmak tadında olmuşluğu ilginçti. idama giderken bile bir çocuğun gözüne kaçardı sen ölürken. başka yol var mıydı peki? elbette yoktu, ümit edenlere yol çoktu, ümitsizlere yola gerek yoktu. bütün materyal gerçeklerimizi atsak bile, kandırdığımız kadar mutluyduk hayatta kendimizi. zaman yoktu, yürümek yoktu, yol yoktu, bir yokuşlu yolda yürüdüğüne inanmak vardı, yolun devamını ümit etmek vardı.yokuşlar terletirdi, sabır terimizi silerdi, beklemek yorgunluğu alırdı. yol çoktu inanana, ümit etmeyi bilene.

ümit... kararsızlığa iterdi, buhranlara sokardı. geleceğe attığımız halatlardı ümitler. pek oynama kabiliyetimiz yoktu, çünkü geleceksiz olmaktan korkardı ademoğlu. her anı geçmişe yorar aklı; fakat geleceğe yolculuğu unutmaz hiçbir zaman kalbi. kalpte olan gelecek'ti, ümitlerdi, yani sen'din. ölürken de muhtemelen yaşadığı hayatı değil, muhtemelen karşılaşacağı şeyleri düşünür. hep gelecek ve hep yeni ümitler. ufacık bir inancın ışığı bile yeterdi kimisinin mezarını aydınlatmaya, kurtuluş varken bile yatmaya devam etmeye. kimisi ölü gezerdi bazen işte.kısaca, gelecek olanın mutluluğunu, geçmiş olanın acısıyla karıştırır, insana içirirdi ümit.

ümit... yalnızca ümidi, ümit edebilenindi. madem ümitsiz yaşanmazdı, o zaman ümidi yaşatan da ümitti. ve sonsuz tekrir... ilk adım bundan zordu, gerisi pek de yoktu aslında. benlik kaybolur ümit yaşardı böylece. ham'ı pişirir pişirdiğini yakardı böyle ümit. geri kalanlar, yalnızca korkunun korkusundan dolayı korkmadan yapılan hayallerdi. kısırdı, öksüzdü, süreksizdi, ısmarlamaydı... aynı Aşk gibi kendinden başka bir gaye arayan ümit kendi kendini bitirirdi. ölmeyi ümit eden en fazla ne kadar ümit edebilirdi ki?

-bu yazıdaki her şey yalandır yazanın gözünde, çünkü ümidi ve zıddını tam manasıyla hissedememiştir. hayata ters köşeden bakıldığı için ters yazılmıştır. okuyucunun, bu gereksiz yazının gerekli yerlerini kendi içinde düzeltmesi "ümit" edilir.