Lorem İpsum



Olmak için ölmek; Bilmek için sormak...


11 Eylül 2012 Salı

Eylül Sahnesi


Aşkının azizliği, aklımın acizliği vardı.
İçimde binbir hikaye, yaşanmayı bekleyen bir masal,
Bir yaprak vardı, süzülüp bir parmağa dolanan,
Taşlar vardı sahilde bir de, dudağından bir ruh bekleyen
Ayaklarının altında anlamını bulmuştu taşlar…
Denizin bir ayiniydi yakamoz izlenmeyi bekleyen
Hayatlar vardı yaşanmak için anlatılan
Bir de aşklar vardı bulmak için kaybedilen

Yalnızlıklar vardı sonra,
Bir yalnızla başka hiçbir şeye değişilmeyen.
Kuşların su içmesi vardı,
Kuş sesinde huzur vardı...
Kelimeler vardı bir de
Gözlerin cesaretini bastıran kelimeler,
Yüreğe ihanet ederdi kelimeler,
Kimisi seni beklerdi, bir vasfa bürünmek için;
Kimisi akıp giderdi;
Sahne gözlerindi bazen

Akşamüzerleri vardı, kahvenin hatırası
Kahvenin köpüğünde erimiş hatıralar vardı
Çocukluğumuz vardı iki salıncak ipi arasında,
Sallandıkça sallayan bütün gururu;
Odalar vardı kimi evlerde, kapısı hep açık duran,
Üstüne kapanıp açılmamayı bekleyen;
Oteller vardı şehirlerde bir gecelik olan,
Bir gecede kurulmuş muhabbetler vardı,
Geceler vardı bazen içinden dolunay fışkıran...

Kitaplar vardı, bir de filmler,
İnsanlar vardı hayatından bir parça arayan;
Parçalar vardı hayatta bir kitaptan ya da filmden...
Bir satırda hayat, bir sahnede istanbul vardı.
Başka şehirler de vardı kartpostallarda
Gizledikleri sokakları vardı, günahlar yazardı  duvarlarında
Bazı evlerin duvarı geceleri konardı sokaklara...

Aylar vardı daha sonra,
Bazıları zelil hikayeler içindi yalnızca,
Fakat Eylül de vardı, hayatta bir seni çeken
Zaman içinde zaman vardı Eylül’de
Eylül’de hayaller vardı, boğazda esinti vardı
Kollarda ürperti, dizlerde yorgunluk vardı..
Ellerin vardı bir de sıcak bir çağlayan akıtan ruh’a
Fikir sancıları vardı, bulantılar vardı bunaltı vakitlerinde
Ellerinde vardı yalnızca, bütün acıları içinde kaybeden...

Ölümler vardı, anlamı ardından gelen,
Zamanın zamanını dolduran ölümlerdi bazen.
Zamanı sigara izmaritiyle saymak vardı;
Bitmeyen zamanlar da vardı dumanda dirilen;
Ölüm dahi tatlıydı ama bazen.
Susardın bazen, düşlerce susardın...
Düşünü düşleyememek vardı, 
Yalnızca düşlerin yaşattığı bazı insanlar vardı...

Sen vardın, günler, aylar, yıllar...
Hayalin vardı, doğmayan bir bebek misali;
Bebekler vardı dolunay misali
Sen vardın, bekleyişler, özleyişler, avunmalar vardı.
Günün batımı vardı ölümü bekleten,
Günün batımında vardı ölümü güzelleştiren.
Mutlu olmayı hatırlamak vardı; 
Huzurdan kurtulabilmek vardı....
Yokluk sahneleri vardı, oyunlar vardı tek kişilik,
Tek bir kişiye sığabilmek,
Yalnız, aşk'a sığınabilmek vardı...                                                                                

5 Eylül 2012 Çarşamba

Aşeka

İnsanlardan öylesi de vardır ki, Allah'ın rızasını kazanmak için kendini feda eder... (Bakara 207)

        Bazı rivayetler vardır, doğruluğunu önemsemeyiz çünkü her doğruyu doğru yapan onu kabul edişimiz ona yapışır direk. Başka bir deyişle, onun aksini kabul etmeyi gönlümüz kabul etmez. "Aşeka" da yüreğe yapışan bir "doğru" gibi, ağaca yapışan bir sarmaşıktır. sarar, sarmalar, sardıkça büyür, büyüdükçe biraz daha sarmalar, suyunu emer, kısaca: ağacın can'ını alıp canan'ı yapan bir sarmaşık. Rivayet de bunun üzerinedir. Aşk kelimesinin geldiği kelime olarak rivayet eylenir.bütün doğrular gibi bunun doğruluğunun da canı cehenneme deyip anlamakla başlamalı işe.

       Ufak bir tefekkürle anlayacağımız gibi, bu gerçekliğin insana yansıması: "insanın suyu" olan benliğini içmesidir Aşeka'nın. İnsan'ın nice denizlerden kopup gelen yağmurlarla biriktirdiği suları bir sarmaşığa feda etmesidir aşk. Benliği bir şeylerin potasında eritebilmektir aşk. 1 ile 1'in toplamının 1 edebilmesidir aşk. İki yalnızın bir yalnızlıkta buluşması ya da kendini feda etmektir aşk. Aşeka için suyundan vazgeçen ağaçtır aşk. en sonunda ikisini de öldüren susuzluktur aşk. Fakat bilinmelidir ki ağaç aşekalar için yaratılmıştır ve ağaçtan daha erken doğup daha geç ölen yine aşekadır.
        
       Çok basit ve anlamlı bir söz: "Yalnızız". Yalnız gelip yalnız gideriz, aslında yalnız da yaşarız belli bir yüzeye kadar. Doğarken bizi kucağına alanları, kucağımıza alıp koyarız mezara. o kadar yalnız yaşarız ki ölmeyi dahi dileriz öleceğimizden emin olmamıza rağmen çünkü değişen bir şey olmazsa biz insanlar hep daha olmayanı seçeriz. Bir zaman sonra bu yalnızlık artık "çekemeyeceğimiz bir yük" haline gelir. Dünya gibi bir zehri tatlandırıp içmek isteriz. Bunun için Aşk'landırrız kendimizi her zaman bir şeylere. Ben'lik fazla gelir bizlere, kurutmak isteriz bazı kısımlarımızı bu yüzden de bir Aşeka illaki buluruz kendimize. Hangi Aşeka'yı seçtiğindir bu yüzden seçimlerin ve zamanla da benliğin.

        Yok olamayan benlik ancak kaybolur bir yerlere, bir Aşeka'ya. Ne zaman dışarlarda aransa da bulunamamasının nedeni de budur benliğin.Çünkü, hemen dibimizde biten Aşeka'dadır aradığımız benliğimiz. Belki de budur sebebi bütün öğretilerin "kendini bulma" ile başlaması? İnsan, taşıyacak kadar güçlü değil malesef bütün benliğini(yalnızlığını) kendinde. Bundan dolayı da yine kendinden büyütüp ama içine sığdıramadığında aramalıdır kendini. Burada bir ikilik olduğunu da kesinlikle düşünülmemesini rica ediyorum.

       Biraz toparlayacak olursak, acı gelen benliği daha acı olmasına rağmen bir var ettiğimizde kaybetmektir aşk. Kısaca, Kendin için, Kendine, Kendini feda etmektir de diyebiliriz. (Eminim ki İnsan-lar ayetle bağlantıyı kurabilmişlerdir.) Niyazi'den bir parça ile sanırım daha iyi anlaşılacaktır: "Öyle sanırdım ayriyem,dost gayridir ben gayriyem-Benden görüp işideni bildim ki ol canan imiş"
       
       Bu kadar soyut bir konuya, somutlaştırma yapmanın gereksiz olduğunu düşündüm. içinde kaybolduğumuz bir konunun da içinden çıkmamın imkansız olduğunu bildiğim için uzatmak istemedim. Ehl-i Aşk zaten bu yazıyla yalnızca hatırlarlar. Mevlana hazretlerinin "aşk nedir?" sorusuna cevabıyla bitirmek istiyorum: "Ben ol da Bil!"

4 Eylül 2012 Salı

Bilge'ye mektup...

Tehlikeli Oyunlar'dan,

``Sevgili bilge, bana bir mektup yazmış olsaydın, ben de sana cevap vermiş olsaydım. Ya da son buluşmamızda büyük bir fırtına kopmuş olsaydı aramızda ve birçok söz yarım kalsaydı, birçok mesele çözüme bağlanamadan büyük bir öfke ve şiddet içinde ayrılmış olsaydık da yazmak, anlatmak, birbirini seven iki insan olarak konuşmak kaçınılmaz olsaydı. Sana, durup dururken yazmak zorunda kalmasaydım. Bütün meselelerden kaçtığım gibi uzaklaşmasaydım senden de. İnsanları, eski karıma yapmış olduğum gibi, büyük bir boşluk içinde bırakmasaydım. Kendimden de kaçıyorum gibi beylik bir ifadenin içine düşmeseydim. Bu mektubu çok karışık hisler içinde yazıyorum gibi basmakalıp sözlere başvurmak zorunda kalmasaydım. Ne olurdu, bazı sözleri hiç söylememiş olsaydım; ya da bazı sözleri hiç söylememek için kesin kararlar almamış olsaydım. Sana diyebilseydim ki, durum çok ciddi bilge, aklini basına topla. Ben iyi değilim bilge, seni son gördüğüm günden beri gözüme uyku girmiyor diyebilseydim. Gerçekten de o günden beri gözüme uyku girmeseydi. Hiç olmazsa arkamda kalan bütün köprüleri yıktım ve şimdi geri dönmek istiyorum, ya da dönüyorum cinsinden bir yenilgiye sığınabilseydim. Kendime, söyleyecek söz bırakmadım. Kuvvetimi büyütmüşüm gözümde. Aslına bakılırsa, bu sözleri kullanmayı ya da böyle bir mektup yazmayı bile, ne sen ne aşk ne de hiçbir şey olmadığı günlerde kendime yasaklamıştım. sen, aşk ve her şeyin olduğu günlerde böyle kararlar alınamazdı. Yasamış birinin ölü yargılarıydı bu kararlar. Şimdi her satırı, bu satırı da neden yazdım? Diyerek öfkeyle bir öncekine ekliyorum. Aziz varlığımı son dakikasına kadar aynı görüşle ayakta tutmak gibi bir görevim olduğunu hissediyorum. çünkü başka türlü bir davranışım, benimle küçük de olsa bir ilişki kurmuş, benimle az da olsa ilgilenmiş insanlarca yadırganacaktır. Oysa, sevgili Bilge, aziz varlığımı artık ara sıra kaybettiğim oluyor. Fakat yaralı aklım, henüz gidecek bir ülke bulamadığı için bana dönüyor şimdilik. Biliyorum ki, bu akıl beni bütünüyle terk edinceye kadar gidip gelen aziz varlık masalına kimse inanmayacaktır. Bazı insanlar bazı şeyleri hayatlarıyla değil, ölümleriyle ortaya koymak durumundadır. bu bir çeşit alın yazısıdır. Bu alın yazısı da başkaları tarafından okunamazsa hem ölünur ve hem de dünya bu olümün anlamını bilmez; bu da bir alın yazısıdır ve en acıklı olanıdır. Bir alın yazısı da ölümün anlamını bilerek, ona bu anlamı vermesini beceremeden ölmektir ki, bazı müelliflere göre bu durum daha acıklıdır. ben ölmek istemiyorum. Yaşamak ve herkesin burnundan getirmek istiyorum. Bu nedenle, sevgili bilge, mutlak bir yalnızlığa mahkûm edildim. (insanların kendilerini korumak için sonsuz düzenleri var. Durup dururken insanlara saldırdım ve onların korunma içgüdülerini geliştirdim.) hiç kimseyi görmüyorum. Albay da artik benden çekiniyor. ona bağırıyorum. (bütün bunları yazarken hissediyorum ki, bu satırları okuyunca bana biraz acıyacaksın. Fakat bunlar yazı, sevgili bilge; kötülüğüm, kelimelerin arasında kayboluyor.) geçen sabah erkenden albayıma gittim. Bugün sabahtan aksama kadar radyo dinleyeceğiz, dedim. Bir sure sonra sıkıldı. (insandır elbette sıkılacak. Benim gibi bir canavar değil ki.) bunun üzerine onu zayıf bulduğumu, benimle birlikte bulunmaya hakki olmadığını yüzüne bağırdım. (ben yalnız kalmalıyım. Başka çarem yok.) bazen Nurhayat hanım’a gidiyorum; karşılıklı susarak oturuyoruz. Konuşmamak ne iyi, bir bilsen. İnsan elbette konuşmak istiyor; dert yanmak, haklı çıkmak istiyor. Fakat kelimeleri insana ihanet ediyor, insan kendine ihanet ediyor. Kendinden nefret ediyor. Dul kadın iyi: bana kahve pişiriyor, sigaramı yakıyor. Onun yanında biraz huzura kavuşuyorum. Pilleri, kutusundan büyük bir radyosu var; onu dinliyoruz. Nurhayat hanim sıkılmıyor. Bazen dul kadının evinde, bir iki söz ettiğim oluyor: kendi kendime konuşur gibi. Nurhayat hanim hiç söze karışmaz; aman iste biri konuşmağa başladı varlığını ortaya koydu, dur ben de bir şeyler söyleyeyim kişiliğimi göstereyim gibi küçük çabalamalar içinde değildir dul kadın. Onunla oyunlar dinliyoruz radyodan. Yıllardır sesleri değişmeyen, fakat adları farklı olan oyuncuların piyesleri; ayni heyecanlı titreşimler, aynı yükselip alçalmalar. Sanki yıllardır sürüp giden uzun bir oyunu parça parça oynuyorlar. Kahkahalar atıyorlar - çocukluğumdan beri dinlediğim kahkahalar. aynı kapıları yıllardır açıp kapıyorlar. Ayıi güç durumlarda kalıyorlar. Yavaş konuş bizi duyacak diyorlar, siz burada ne arıyorsunuz bakalım diyorlar. Ben yalnız sesleri dinliyorum, anlamlarla ilgili değilim. Kuş sesi dinleyerek huzur duyanlar varmış; onlar gibiyim...``

nesnelliğe bulaştıkça daha da kayganlaşan korkularımıza...