Lorem İpsum



Olmak için ölmek; Bilmek için sormak...


29 Kasım 2014 Cumartesi

Gri

The multiplying villanies of nature, do swarm upon him.(Sheakspeare)

ACT-I

İstanbulun üzerinde bir martı dolaşıyor. İstanbul martıları istanbula özeldir. Diğer martılar göçmendir ama istanbul martısı şehr-i aliye aittir. Terk etmez. İşte o martının gözlerinden dünyaya bakabilseydiniz, eğer o martıyla “bir” olabilirseydiniz, kesinlikle şu an olduğuzdan daha mutlu olurdunuz. Ama insanoğlu o martının gözlerine asla sahip olamayacak. Ama Allah’ın o martının gözlerini bahşettiği insanlar da yok değil. Bu martı gözlü insanlar ve denizler asırlardır bir güzellik sembolüydüler. Çünkü denize bakmak ferahlatırdı insanoğlunu. Denizlerimiz de artık bizi rahatlatmıyor. Denizlerimiz eskisi gibi mavi değil. Denizin rengi ne zamandır gri?

Denizlerin renklerinin gri olduğu zamanlarda biz gazete kağıtlarından gemiler yüzdürürdük o denizlerde. Ve o gazeteleri katlarken bir gün, evdeki yığından almış olduğum gazete sayfasının tarihi gözüme çarptı, Haziran 2013. Gri kağıda siyah harflerle yazılmıştı her şey. Gazetenin resimleri yoktu. Kesilmiştiler. Ve resimlerin kesildiği yerlerden su alıyordu kağıt gemilerimiz. Kağıt gemilerimiz battı hep.


20 Kasım 2014 Perşembe

...


http://www.youtube.com/watch?v=RaLVi4zFYvk

            şu evin duvarları

ne gözleri var bilsen, yemyeşil

içinde akıp gidemediğin kadar koyu

yakana yapışmış iki el gibi ağır

her yalanın soyunduğu kadar çıplak

çarpa çarpa öğrenirken adam olmayı

yüksek ilmeklerde bir sarsıntıyla

kimsesiz çocukluğundan bir sahne gibi

annenin saçlarında gezen eli gibi

dalgakıranlara küfreden coşkun denizler gibi

gece yarısı ıslak kaldırımlara tükürmek gibi

sigaran yanarken sönen sen’mişsin gibi

ruhunu delip geçen rüzgarlar gibi

her sabah uçurum kenarında açmak gibi

yıllanmamış anılarına bir kibrit çakmak gibi

çöl uykularına uyanmak gibi

tüm varlığını, bir yokluğa armağan etmek gibi

bir senin, sadece senin anladığın gibi

o duvarlar

çırpınırken rüyaların göz kapaklarında

ve her sancılı çarpışta köşeli ayrılıklara

tam da o sahnede takılmış bir film gibi

zaman başa sardığında utanmadan

başına çektiğin yorganın gibi

avuçlarında bir hurma turuncusuyla

düşmek

başınla beraber

yine aynı akıntıya

acımadan / acınmadan

duvarlar dolusu Besmele’yle

sarhoş kendiliklere

karanlık kelimesiz yeşilliklere

duvarların adı olmaz.

 

 

6 Kasım 2014 Perşembe

فَكُّ رَقَبَةٍ (Beled, 13)
Özgür olmak deyince bir durup düşünmenin vücudumuza verdiği ağrılık, ruhumuza verdiğinden daha fazla değildir, inanın..
Görünmeyen ama var olan zincirler.. Otobüse binin, kantinde bir çay için, dersliğin önünde sigara tüttürün, köşedeki salaş restoranda yemek yiyin ve birkaç dakika ayırıp etrafınıza bakın bu lineer zaman akışında; insanların olmayan -görünmeyen– prangalarını, zincirlerini, sınırlarını yahut sınırlanmışlıklarını, özgürsüzleştirilmişliklerini görmek için, gözünüzün gerçek bir ‘göz’ olması gerekecektir.  
Bir köle, özgürlüğü zincirlenmiş / özgürlüğünü zincirlemiş bir bedbaht.. çok uzaklara bakmayalım efendim, herkes en çok kendi prangalarının yaralarını duyumsar belki.. Kendimizi görelim evvel. ‘Hayır’ diyemediğimiz teklifleri, ayıplanan davranışlarımızı, hesap vermek zorunda hissettiğimiz insanları, kuyruk acısı gibi peşimizde sürüklediğimiz; bize her elimizi sobaya uzattığımızda ‘cıs’ diyen geçmişimizi düşünelim. Altında ezildiğimiz sorumluluklarımızdan bir demet yaptırıp, bu dünyadaki kabrimize götürelim. Ölmeden öldürelim kendimizi, biz ölmeden özgürlüğümüzü öldürenlere selam verelim onlar bizi görmeden.
İletişimler kuruyoruz, iletişiyoruz. Merhaba deyip tanışıyoruz. Yeni sorumluluklara hoş geldin diyoruz. Kamburumuzu çıkartana kadar hoş bulduk diyorlar. Sonra.. Sonra, zincirlerimizden kurtulmak istersek bir gün şayet, bizi sevgisizlikleriyle cezalandırmakla tehdit edip, dişlerini gösteriyorlar.. Korkmayın efendim ısıramazlar! Sizin canınızı düşündüklerinden değil, facebooktan bir arkadaşları eksileceği için, yahut üzerinde belli bir otorite sahibi oldukları minik bir toprak parçası devasa imparatorluklarından koparılacak diye.. Durum bu değilse efendim; o zaman o insan/eşya/canlı/cansız vs yanında özgürlüğün paylaşılabileceği suç ortağı olma basamaklarını çıkma şansını hak ediyor olabilir. Durum az önce izah edildiği üzere cereyan ediyorsa;  o zaman ona/onlara görüp görebilecekleri son rahmeti ihsan edin Oğuzum Atay’dan bir söz söyleyerek: "beni ya şımartın ya da kapı dışarı edin, yarı içtenliğe dayanmam zor benim. Bir kişi mi kalacak? Tamam, bir kişi kalsın."..
"Ben günahkârım bana vurun." Diye devam eder pasaj, tıpkı hayatın resmi ideolojisinde oluğu gibi.. Çünkü önce kendimize buluruz kabahati (ben ve benim gibiler albayım).. Belki kırbaçlamak kırbaçlanmaktan daha az acı verir mantığıyla yahut sıkıldığımız bir derste kolumuza ‘J’aime ma peine’ yazdığımızdan; çoğalır da çoğalır özgür olmak arzusunun özgürlüğe alışkın olmayan bünyemize ettiği zulmün ‘insanlar’ hatta ‘eşya’ tarafından sömürülme sahneleri..
Ama yok, pes etmek özgür kalma arzusuyla yanıp tutuşan bir emanetin ‘carrier/bearer’ına yakışmaz. Yalnızlığımızı kolumuza takıp, coşkun seller gibi akabilmeliyiz bazen sokaklarda.. ‘Zor’ demek, değiştirir mi kaderi? Elbet abartılı mutluluklar büyütmek çare olmayacaktır, muhakkak ki insan ‘medeni bi’t-tab’dır. Yani, tabiatı gereği medenidir. (elbette ‘medeni’den kastım bugünkü bozulmuş kullanımı ile ‘çağdaş’ değil.) Kastım şudur ki; insan muhtaçtır, ihtiyaç duyar. Bir’ine, eşyaya, harekete ihtiyaç duyar. Diğer bir deyişle, yalnızlık Allah’a mahsustur. Yalın-lan-mak.. İnsanlardan, eşyadan ve hareketten..
O halükarda,  yola çıkmalıyız. Bu yol öyle bir yol ki, gölgemizin bile kalabalık ettiği kadar sessiz; bir başka gölgeden arındırılamayacak kadar da hacimli. Yani, gerçeği duyan kulakları olmasına rağmen yine de susan dudakların yoludur bu yol. Vuslat’a inanan, bulmayı arzu eden ama kaybetmeden bulunamayacağını da kabul eden gönüllerin işidir bu yol. Açlığını bilen ama doymak bilmeyen; usanmadan öğrenen, öğrenmeyi öğrenen; yani, inanan, inanan ve daha çok inananın yürüyeceği yoldur bu yol. Ve en önemlisi, kendini başkasının özgürlüğünün dokunulmazlık sınırına kadar gitmekten men edebilenlerin ve yalnızlık korkusuyla kendi özgürlüğünü dünyevi sahipliklerin ellerine teslim etmeyenlerin beraber arşınlayabileceği bir yoldur bu yol.
Bu yolda, O’ndan başkasına ulaşmak arzusu yoktur. ‘Vesile’ olmaktan öteye gidemeyecek ‘insan’ yahut ‘eşya’ya körü körüne bağlanmak, dallarına adak adanan ağaçların sonbaharda yaprak dökmesi gibi yarı yolda bırakacaktır ‘insan’ı. Yani, imanınla kavuştuğun biricik özgürlüğün, sonbahar rüzgarında savrulan yapraklar gibi biçare yok olacaktır ayaklar altında.
Diyeceksiniz ki efendim, nereden nereye vardık? Nereye varmak amacında idik?  Diyeceğim ki efendim, ‘Kabe’miz belli idi lakin yolculuğa dair bir malumatımız yahut bir hesap kitabımız yoktu. Ata bindik ya nasip dedik. İçimizdeki köleyi azad etmeye giriştik.
Velhasıl-ı kelam, Allah’a inandık, özgür olduk/kaldık, özgür kıldık.

Temmuz 2013

istanbul

* Bu yazının üzerine insa edildiği ayet'in yanlış yorumlanmış ya da en azından bu yazının odağı ile ilgili olarak günümüz köleliğine atfedilmiş olması ile ilgili kafa karışıklığı içinde olunup, yapılan mağrurca davranış ve had aşımı için içten bir af dilenmektedir. Kabul olunur inşallah..