Lorem İpsum



Olmak için ölmek; Bilmek için sormak...


25 Aralık 2013 Çarşamba

Şüphe


Bu hanenin insanlarına
Aşıklar kervanına...

Bu dergah ümitsizlik dergahı değildir.
Bu dergahta kıskançlığa, bu dergahta dedikoduya,
Bu dergahta insana ait olmayan halet-i ruhiyeye yer yoktur
Bu dergah matematiği sevmeyen hayat matematikçilerinin dergahıdır.
Bu dergah kafa karıştıranların,
Bu dergah karışan kafalara ışık olmak isteyen
İNSAN'ların mekanıdır.

Bu dergah günahkarların dergahıdır,
Bu dergah af dileyenlerin dergahıdır.
Burada zafer yolda olmaktır.
Yol arkadaşlarının mekanıdır burası.

Bu dergah şüphe duyanların dergahıdır.
Firavun'un "Sizin en büyüğünüz benim" dediği gibi
Nefsinden gelen "en büyük sensin" lafını her akşam duyanların
Duymadığında ise "olmadığını" bilenlerin dergahıdır.
Acziyetini bilenlerin
Ama bu bilmenin
Nefsinden mi yoksa özünden mi geldiğini
Bilemeyecek kadar
Izdırap halinde olanların dergahıdır.

İman edenlerin mekanıdır burası
Ama imanlarının has olup olmadığını
Belki de her allahın günü
Ayak baş parmaklarında hisseden birileri vardır burada.

Bu dergah ağlayanların dergahıdır.
Kahkahaları kıskandıracak gözyaşları dökmeyi bilen
İNSAN'ların dergahıdır.
Yalandan gülen insancıklara inat,
Ağlayanların dergahıdır.

Ağlayın dostlar,
Izdırabınız sizinle olsun.
Kor ateşler yüreğinizi sarsın.
Yandıkça yükseldiğinizi hissedin.
Yandıkça yakın
Sigaranızı yakın, insanları yakın...
Tutuşsun günler
Yansın geceler.
Alev alsın zaman.

Bu dergah ölmek isteyenlerin dergahıdır.
Bu dergahta sularla birlikte
Bir ağacın bedenine yürümek isteyen
Ağaç olup başka aşıklara meyve vermek isteyen
Gövdesinde yeni aşkların alevlendiği
Bir ağaç olmak isteyen
Ama bunları hiiç bilmek istemeyen
Bensiz
Devr-i daimciler vardır.

Bu dergahta eliyle konuşan, onun söylediklerinden
Dehşete kapılan
Deliler vardır.
Oyuncak bebeklerine isimler koyan,
Veliler de vardır.

Söylediklerimi duyan varsa
Biz buradayız.
Siz de orada "ol"un.
Yanın
Delirin
Düşünün
Yakın
Dönün
Dolaşın
Dönüşün
Aşıklar bulun.
Var olmaya çalışın
O'nu bilin
Kendinizi arayın
Şüphelenin
Başkalarını arayın.

Sayılmayız parmak ile
Tükenmeyiz kırmak ile
Her yerdesiniz.
Unutmayın
O'da her yerdedir.
Size şah damarınızdan daha yakın
Bir Allah vardır.

şüphesiz ki bu büyük salak hep eksik söyledi.

2 Kasım 2013 Cumartesi

هو

Ete kemiğe büründüm
Yunus diye göründüm.


Bu zam"an"lar, ben bende değilem. İlk kez iman edenlerin birbirlerine ayna olabileceklerini hisseder oldum. Aynadaki benin ateşini görünce, kendimdeki huzura sanki bir adım yaklaşır oldum. Allahım, sen beni nefsimin yanılgılarından koru, sen beni benden koru, beni senden uzak tutma.

Ene ente, ente ene.

Bu zamanlar, kelimeler ilk kez bu kadar kifayetsiz kaldı, kelimesizliği yaşayarak hayatımızu tükettik biz salaklar. Ama bu zaman başka zaman. O yüzden 4 kelebeğin hikayesini anlatayım,

Bir kelebek, varmış, bu kelebek karanlıkta yaşarmış, zamanlar gözleri kör olmuş, ışığı göremez olmuş, ışığın varlığına kimse onu inandıramamış. Hatta bazen ışıktan gelen sıcağı farketse de onu hep başka şeylere yormuş.

Bir kelebek daha varmış, o ışığı görmüş bakmış ki bir mum yanıyor, yaklaşmış, demiş ki bu ışık hem aydınlatan hem de ısıtan bir şey.

Diğer kelebek cesaret etmiş, bir adım daha ateşe gitmiş, ona dokunmuş, kanadının ucu yanmış, demiş ki bu ışık yakıyor.

Son kelebek de ateşin içine atlamış, ve o kelebekten geriye hiçbir şey kalmamış.

2 Ekim 2013 Çarşamba

Küçük vs küçük

Büyük yalnızlığa hoşgeldiniz. bütün sırlarınızın, şüphelerinizin, korkularınızın, endişelerinizin, beklemelerinizin, bekleyemediklerinizin ve tüm bunların doğurduğu o karanlık, isimsiz, kelimesiz sancılarınızın aktığı o dolmak bilmez, doymayı unutmuş uçurumdan bahsediyorum elbette. Bir teselli yazısı değildir, sadece uçurumdan atlarken arkaya bakılıp "good-bye my blackbird" sözü kadar anlaşılabilir bir yalnızlık bu. fazlasının kelimesi yoktur, ne dibi anlatabilen çıkmıştır, ne düşüşteki kelimelerin boyu yeni yolculara ulaşmıştır. Bir karamsarlık yazısı da değildir, çünkü tüm hayatımızdaki kelimelerin (nitel olarak) toplamı bir "good-bye my blackbird" etmeyecektir (atlamadan bilemeyeceğimi de bilmem gerek). İmkan ya da imkansızlıklar; zorundalıklar veya zorluklar; fırsatlar veya pişmanlıklar yazısı da değildir. zihninizde bir şey uyanmasına da gerek yok, muhayyile veya eleştirinizin çalışmasına da gerek yok. Yorucu dünyanın dinlenmeye çalışan mahluklarıyız sonuçta... Yalnızlığımızı atfedeceğimiz bir duygu silsilesi de çarpmadı henüz bize. Hala kelimeler, hala mana'yı unutturan anlamlara aldanış... Unutulmamalıdır ki, yazılar değil kelimeler okunur burada; cevap için değil sorabilmek için öğrenilir. sorular kendine, cevap ölüme verilir. Kısa lafın uzunu: cahilin kalem mağrurluğu.

Küçük yalnızlıklarımız, o güzel kaldırım taşlarındaki şekiller tadında, altında beklenmeyen sular yatmayan, yoğurdun kaymağı, mevsimin baharı, bayram şekeri küçüklüğünde yalnızlıklarımız. yalnızlığın çoğul halidir kısaca bu halsiz hal. Halbuki yalnızlık çoğul eki alması yasaklanmış olan bir kelime olmalıydı (bu bağlamda). Saçmalık, temelinde yatar bu küçük yalnızlıkların. Çünkü her zaman Tek Yön tabelası algısına benzer bu yalnızlık da diğer saçmalarımız gibi. Baştan yolun solunu okumanın verdiği güvene aldanırız. Endişeler uğruna heyecanları satarız, iştiyakları kaybederiz. Çünkü karşıdan bize çarpacak bir şeyin olmadığını bilmek bir güven verir bizlere. Ya da "çıkmaz sokak" tabelası gibidir bu küçük yalnızlıklar. yolun muhakkak bir sonu vardır güveni sarar bizleri. Sokaktan çıkacak her kişinin en fazla sokağın dibinden geldiğini bilmek bir ihtimal doğurur bizlere. O ihtimal öğrenebileceğini bilmektir. Namussuz bir öğrenmedir bu. Nasıl'ı ve Niçin'i bilinen ama Ne'de çok kafa yorulmayan bir öğrenmek. Sokağın sonunu merak eden zihinlerin, öğrenmenin sonunu merak etmeden öğrenmesine benzer. Küçük yalnızlıktır, kaybetmeye değil bulmaya gidilir, fikir depremlerine değil düşünce dengelerine koşulur burada. Küçük küçük sonlar yaratılır, kendi önüne ip yumakları atılır, koşulur yakalanır ve bir başka son daha... Ve geçmiştir zaman, en nihayetinde zaman içinde yaşanıldığı düşünülür bütün zamansızlıkların. Sanki anı yaşamak için geçmişi hatırlamamaya veya geleceği düşünmemeye kendini zorlamak gibi... (Büyük oyun 1.2) Küçük sonsuzluğu yaratmaya çalışırken büyük sonsuzluktan yaratıldığını unutmak sanki. bu bizi An'dan daha fazla koparır aslında. An, vahiy bile olsa (muhabbetle sarsılsa bile) geçmişi ve geleceği olmasa gelmez (ikisini bir etmeye dahi gelse). Bir başka kelimesizlikle,  küçük yalnızlığın sebeb-i mutlak'ı Fihi Mafih olmayan eşyadır. Bu, gün geliyor bir bağımlılık, bazen alışkanlık, çoğunlukla korku, ondan önce endişe, hepsinin ardından bir ümit, karların altından bir Germinal rüyasına dalıp tekrar kanmak arzusu..An' ı yaşamak bir tavsiye olduğu sürece yalnızlığımız küçük olacaktır, An'dan başkasında yaşamanın mümkün olmadığını bilmek ise bambaşka. Unutulmamalıdır ki, An'a ait belki de tek kural kuralsızlıktır, geçmişi ve gelecek ise kurallar ister, An'ın içinde geçmişi ve geleceği düşünmemek gibi bir kural da bozacaktır An'ı. Küçük yalnızlıkta başa gelen şeylerin her'leşmesi (hürleşmesi de der buna İnsan) mümkün olamayacağından dolayı, Tanrıların bizi izlemeyeceği mahrem hallere yalnızlık deriz. Güvende olmak adına bütün güvensizlikleri tadarız çünkü her bir endişe veya korku önceden, önünden hesap edilmelidir ve biz zamanla hesapsızca hesaplardan dolayı ölümün de bir "tek yön" ya da "çıkmaz sokak" olmasını dileriz. Öldükten sonra yaşamak istemek ne kadar da acı gelir bizlere.. Bir şey senin için varsa, sen olduğundan dolayı var, bunu biliyorsun. fakat sen olmasan da olacak şeyden dolayı sen varsan yazmak yetmez bunu sen de bileceksin. Önce gelen "Oku" sonra gelen "O insana kalemle yazmayı öğretendir." İşte sana dair, varlığından mütevellit doğan şeyleri çekilip bir kenara yazabildiğini düşündüğün şey küçük yalnızlığındır. Aldatmacadır, yüzsüzdür, sensizdir, şahsiyetsizdir... Eğlencelidir, kişiseldir, makyajlıdır, isteklidir... Suskundur ama suskunluğu sessizliğinden değildir. Yazmanın özgürlüğü adına okumanın hürriyetinden vazgeçilir.. uçurum manzaralı evler, içlerinde şairler ve ressamlar, uçurumdan hiçbir zaman düşmeyeceğinden emin uçurumu izlemekteler... Alimler daha yolda, sanatkarlar "good-bye my blackbird" demekte..

Büyük yalnızlık nedir peki? ismi gibi bir zıtlık durumu yoktur aslında ortada. Küçüğün zıddından dolayı Büyük denmez ona, yalnızca bir edepten, hepsi bu.. küçük- zıddı değil, küçükle aynı değil, üst modeli değil, küçükten büyük; büyükten küçük değil.. Fazlasını demek bilinmezi bilmek anlamına geldiğinden, ayakların kaymasın nefsim dikkat et.. Bu uçurum her şeyi unutturduğundan ve yalnızca kendini hatırlattığından dolayı uçurumdan düşmek yalnızca uçurumdan düşmeyi gerektirir bu yalnızlıkta. Bu yalnızlık yalnızlık içindir. Aşk'ın tek gayesi aşk; sebebi aşk, varlığı aşk.. Her şey kendi sebebiyle, kendini doğurur ve besler. Sessizlikten dolayı susmaktır. Yükselmek için yükselmek vardır burada, yükselmek için sevmek ya da bırakmak ya da hesap etmek yoktur. Bütün gaye, olsa olsa hiçbir aracı gaye yapmayacak gaye'ye ulaşmaktır.Bu tabiki araçsız demek değildir. "Son" kelimesini kullanmadan sonsuz demek gibi, işte kelimesizliğimiz burada.. Nasıl mı bunları diyebiliriz? bundan gayrısının bizim küçük yalnızlığımızda olduğundan dolayı ama küçük yalnızlığa bakarak değil.. Arkada bir şey bırakmamaya çalışmamak için değil, bırakmak için de değil, ön-arka olmadığından dolayı "good-bye my blackbird" denilir (ona gidemeyecek kadar ondan gelmek.. vuslattan çok veda koksa da vedadan çok vuslattır sebebi) ve kim bilir ancak o zaman bir çin şehri üzerine Anka'dan bir tüy düşer de bakanlar artık görür Ol'ur. Rahman'dır muhakkak..


25 Ağustos 2013 Pazar

Yol Kenarı'ndan


hoş'ta kal, değilsin bir başına.
bu sefer gitmek bir başka..
gittiğin bir yer yokmuşçasına gitmezsin,
en sevdiğin yere gitmek gibi de değil;
ama bir başka gitmek..
kaldırım kenarlarında evlere kurulmak sanki
geçip de gitmek gibi çaresizin yanından
o bakınca, yalnızca, görmeden;
ama anlayanın sen olması anlayamadığını.
sanki kendine bakmak gibi bir gitmek bu sefer..
dönüp baksan da kendine:
hala iyi bir adam mıdır baktığın? diyebilmek..
yaklaşan karanlığın gelmesi gibi,
geri adım atacak aydınlığa tenezzül etmemek,
bazen sadece gözünü yummak gibi..
kaçmak gibi de değil bu gidiş;
kalacak bahane bulamayacak kadar dalgın,
habersizce yaklaşan bir şahsiyet..
ne bir kuyu, ne de mağara ağzında beklemek;
bu susuzluğunu arştan gidermek..
ayaklarından ruhunu bir dileğe bağlamak,
kelimesizlik kelimesine tutunmak..
bu sefer gitmek bir başka..
ne sırtında kitap ne kafanda bir katre iman,
çatlaklara basmadan kuraklığı geçmek gibi,
ne eski bir hatıra ne yeni bir heyecan,
bu atiye sığmaz maziyi yırtan bir gitmek..
bu sanki kelepçelere balta vurmak,
bir bağımsız boyun eğiş özgürlüğe..
giderken unutmak gibi geldiğin yolu
Tanrı'ya çobanlığı bırakıp
çobanın Tanrısına gitmek gibi..
bir suyla akıp gitmek gibi,
firavun Musa'ya dalmışken
Adem'in geldiği yere devam etmek gibi..
bu sefer gitmek bir başka..
kalanların üzerine yalnızlık yağmadan,
çölde bir yalnızlıktan ıslanmak..
yol sormak, şehir bulmak değil;
bir yolcunun evinde ısınmak gibi,
ev sahibini bulamadan dönmek sanki,
hırka için gittiğini bilmeden gitmek;
içi hoş bir hırkayla geri dönmek..
cenneti bir muhabbet uğruna satmak
bir buğday tanesiyle dünyaya düşmek sanki...

30 Temmuz 2013 Salı

Nefes

Ne kadar özgürsün? Bir otobüste yolculuk ederken kafana damlayan klima suyu damlasından rahatsız olmayacak kadar özgür müsün mesela? Halbuki bilirsin ki hava sıcaktır, ve az sonra ensenden damlayıp taa derinlere kadar giden ve sadece havadaki yoğunlaşmış nemden ibaret olan klima suyu az sonra kuruyacaktır. Ama sen ondan bile rahatsız olursun. Kafanın içinde rahatsızlığa o kadar mahkumsun ve o kadar mükemmeli arıyorsun ki, iki dakika sonra kuruyacak bir su damlası bile sana işkence gibi geliyor. Zaten hava sıcak olmasaydı, o klima suyu asla olmayacaktı. Ve o var olduğu için de kurumaya mahkum.

Ya da yanında oturan kişinin vücut sıcaklığı, 1 saatlik yolculukta ona temas ettiğin 3-5 saniyelik total zaman dilimi bile sana işkence gibi geliyor. İçin sıkılıyor. Ya da önünde duran kadının vücudu sana temas ediyor. Ama sonuna kadar istemiyorsun.

Otobüs ilerleyen duraklarda daha az kalabalıklaşıyor. Özgür insanlar, otobüsten inme özgürlüklerini kullanıp, oradan başka bir otobüse binme özgürlüğünü kullanacaklar. Sonrasında muhtemelen o otobüsten de inme özgürlüklerini kullanıp, evlerine girme özgürlüklerini ve TV izleme özgürlüklerini kullanacaklar. Yemek yeme, üzerine çay ve sigara içme özgürlüklerine kavuştuktan sonra, her özgür insan gibi akıllarında gün içinde yaptıkları olacak ya da olmayacak şekilde, rahat ya da rahatsız bir uykuya dalma özgürlüklerini kullanacaklar, ya da kendilerini onlardan daha özgür sayan asi ruhlu özgür insanların yaptıkları gibi geç uyuma ya da uyumama özgürlüklerini kullanacaklar. Bazıları sevişme özgürlüklerini kullacak, bazıları bu özgürlüğü parayla satın alacak bazıları, sadece hayalle satın alacak.

Sen de yanındaki kız, acaba onun bacaklarına baktığını mı düşünüyor diye vesvese dolusun. Sürekli gereksiz bir manasız, gereksiz bir baskı var üzerinde. Aklın özgürlüğünü sürekli kısıtlıyor. Ama aklınla daha özgür bir yaşam hayali kurmaktasın.
Ve sonra...
Bir adam daha otobüse biniyor. Herkes aynı anda o adamın yaydığı farkında olma dalgalarına uyar gibi o adamın büyüsüne kaptırıyor kendisini. Yeşil bir gömlek var üzerinde, pantalonları dizlerine kadar. Elleri çok pis adamın, ama, nedense özgür insanlar olarak o adamın bizi köle ettiği, ve onun farkında olmamız gerektiği kanısına karşı duramıyoruz. O kadar büyük bir cazibe ki, dayanamıyoruz o adama karşı.

Bazısı böyle durumlarda ilginç deneyler yapmak ister. Kendilerini bir bilim adamı yerine koyar. Bu tip durumlarda inanılmaz bir cazibe varsa, kimi insan cezbedene değil meczuplara bakmak isterler. O sırada, dışarı bakarmış gibi bakan ama milisaniyelerle cezbedene bakan gözler görürsünüz. Meczuplar sadece gözdürler o sırada.

Bu kişiler, cezbedene en son bakmak isterler, baktıklarında, dizlerine kadar gelen pantalonun, dizlerinin olmamasıyla olan alakasını görürler. Ellerinde kirin, bir insanı cazip kılmasının en önemli sebebinin, meczupların gözünde, onlardan daha aşağıda dünyaya bakmaları olduklarını kimi acizler farkeder. Kimi acizler fark eder sonrasında şükreder. Bazısı da o sırada özgürlüğü düşünür...

Ta ki bir meczubun sana özgürlükle alakalı dediği bazı şeyler aklına gelene kadar.
Ortadaki inanılmaz paradoksun içinde boğulup, düğmeye basma özgülüğünü kullanmak istiyorsun. Kimse bir şey demiyor. Allah var, mükemmel bastın düğmeye, koskoca otobüs senin özgürlüğün karşısında diz çöktü. Sen kimin karşısında diz çöktün, ey garip.

Özgürlük, nedir? Özgürlüğünü neler kısıtlar?

Muktedir mi? Siyaset mi? Kafana damlayan klima suyu damlasından rahatsız olacak kadar seni sarmış olan sen mi özgürlüğünden uzakta yaşamaya itersin kendini yoksa? Kalabalık bir yolda yürürken önünde ilerleyen çiftin mutlu gülüşlerinden rahatsız olur musun? Bazen yol o kadar kalabalıktır ki, adımlarını atarken adeta için sıkılır. Bazen kendini en özgür sandığın kalabalıkların içindeki yalnızlıklarını yaşarken bile adımını öndeki kişiye göre atmak zorundasındır. Ayağın takılır yoksa, sağ ayağını atarken onların da sağ ayağını atması gerekir. Ya da senden hızlı yürümeleri gerekir, sadece senden önce yürümeleri yetmez. Senden hızlı yürümedikleri sürece ayakların onlara takılacaktır. Bir adım önde olmaları yetmez, çünkü eğer sen hızlanırsan ve onlar aynı hızda kalırlarsa yine bir süre sonra senin özgürlüğünü kısıtlarlar. Öyle bir önünde olmalılar ki, onlar, senin hızına bağlı olan bir matematiksel fonksiyonun verdiği her değerden daha büyük olacak başka bir matematiksel fonksiyon gibi olmalıdırlar.

“mürşid gerektir bildire
hakkı sana hakkel-yakin
mürşidi olmayanların
bildikleri güman imiş”
Mısrî

İnsan her şeyden bağımsız olabilir mi? Özgürlük bağımsızlık mıdır?

Zıddıyla bilelim, bağımlılık nedir? Nelere bağımlısın hayatta. Acziyetini bilen insan, aslında bağımlı olduğu şeyleri bilir. Acziyet, bir çok alimin dediği gibi aslında tek bağımsızlığımızın da ilk basamağıdır. Aciz olduğunu bilmeyen insan, özgür olamaz. Aciz olduğunu düşünmeyen insan ise en büyük köledir. Bazısı kendisini aciz olarak gören insanları kendilerinin de küçük görmeleri gerektiği gafletinde yaşarlar, ve gülerler. Zat-ı alileri asla çıkamayacakları bir kısır döngünün tam ortasında ölmeye mahkumdurlar.

Aitlikler özgürlüğü kısıtlar mı? Elinizdeki bilet otobüse binme özgürlüğünü sizlere verir. Ama her özgürlük gibi o da sorumluluğuyla gelir. Artık o bileti kaybetme lüksünüz yoktur. Artık o size bağımlı gibi görünür, ama aslında siz kağıt parçasına onun size bağlı olduğundan daha da bağlısınız. Eviniz size temiz bir dam altında uyumayı vaadeder, ama artık, çekip gidecek kadar özgür değilsiniz. Okulunuzda size özgür düşünmeniz gerektiğini söylerler (bazısında böyleyken, bazısında o bile yoktur), ama daha özgür olmak için mezun olmanız gereken bir okulda köleliğe yavaş yavaş alışırsınız. Size ait olan her şey sizden bir şeyler götürmek zorundadır. Her şeyinizden kurtulduğunuzda sadece elinizde kalan bedeni, ve canınızı kurtarmak zorundasınızdır.  Her halk, 3 boyuta bağımlıdır. Onun içinde yaşar. Dışına çıkamaz.

Sadece bazı aceze bunları aşabilir. Şaraba sarar. Meczup dirler onlara. Dazlak kafasıyla, kaşlarını kazıtıp, yer yer dolaşırlar. Onlara ait olan bir tek emanetleri vardır, onu da emanet olduğundan severler. Bazısı bunlara deli dirler, bazısı meczup.


Acziyetini hissetmeye başladığın anda, içinde bir şeyler ölmeye başlar. Bu bir düğün günüdür. Özgürlüklere kanat açmanın günü, o ölümlerin başladığı günüdür. Saf özgürlüğün günü ise, bambaşka.

29 Temmuz 2013 Pazartesi

مرفت


Hoş geldiniz… Bu sefer Hoş’a gelmemiş olabilirsiniz. Hoş’a gideceksinizdir muhakkak. Bilme makamıdır burası. Aşk makamından sonra; istiğna vadisinden önceki vadidir. Marifet vadisidir burası. Tek marifet O’nundur elbet. Marifetullah’tan başkası sığmaz marifete. Aşktan çıkılmadan buraya gelinmezse de buraya gelinmeden de aşk bir bilinmezdir. Bilinmezi sevenler haz yolunu muhakkak bulacaktır. Hoşça kalırlar orada. Öğrenmenin açlığında yananların makamıdır. Aşkın ateşine benzemez. Aşk’tan vazgeçme acısı bir başkadır. Ben kim miyim? Yalnızca sizin gibi bir ademin bir oğlu…
            Ademoğluna şimdiye dek elbette “niçin?” ve “nasıl?” soruları çok daha tatlı gelmiştir. Bir türlü her şahıs duymuştur onları aramanın tadını. Ve hep önce onların bulunması tavsiye edilmiştir ve düşünülmüştür. Niye yaptığını ve nasıl yaptığını bildikten sonra ne yaptığın genelde çok fark etmez. Çünkü bilmenin mağrurluğu kapatır arpa soğanlarımızı. Niçin ve nasıl aslında bilinmez, inanılır yalnızca. Her inanç da kendi gerçekliğini yaratır muhakkak. Yaratılmış gerçeklik yerine, yaratan hakikati bulmak gerekir diye düşünür bir soytarı. Bu yüzden şu soru sürekli meşgul eder aklını: “ben NE yapıyorum?”. Gerçekten biliyor mudur ne yaptığını? Niçin ve nasıl sorularının cevabı ona ne yaptığını gösterir mi? Ya da ne yaptığını bilmeden niçin ve nasıl sorularını nasıl sorabilir? Nasıl sorusuna düşmemeyi unutmuşuz işte.
           Mesela yemek yiyorum. Niçin yiyorum? Elbet vardır bir cevabınız. Nasıl yiyorum? İngilizler cevaplasın bunu da. Pekiyi ne yiyorsun? Bundan yeteri kadar emin misin? Ne yediğini bilmeye kalkışsan muhtemelen açlıktan ölürsün gibi değil mi? Mesela, kendini yiyor olabilirsin. Buna karşı savunacağın tek şey zaman ise; zaman bir yaratılmış gerçektir. Ya da okuduğunda aslında kendini okursun. Kur’an okuyorsun mesela. Hakikati öğrenmeye çalışıyorsun. Eyvallah. Gerçekten dürüst ol şimdi, okuduğunu mu yaratıyorsun yoksa yaratılanı mı okuyorsun? Kendi gerçekliğini yaratmak için değildir sanki? Sen okuduğunu mu oluyorsun yoksa olduğunu mu okuyorsun?
           Ne yaptığını bilmek bahsine geri dönelim. Sana öğretilen bir diğer soru “gerçekten ne yapmak istiyorsun”. Neyi yaptığını bilmeden neyi yapmak istediğini bilemezsin ki. Kendini bilmedikten sonra elbette her secde özgürlüğünü kısıtladığını düşünürsün. Halbuki özgürlük kendini bilmekten sonra gelir. Nerede ne kadar özgür olacağını ne kadar bilebilirsin? Kendini öldürmek istersin ey nefsim. Ama ölmeyeceğin hakikatini bilmeden ne kadar öldürebilirsin kendini? “yularsız dolaşan eşek”? Marifetin ilk anahtarı elbette kendi alemine dalabilen kamil’liktir. Bu kamilliğin de ilk sorusu “ne yaptığını” bilmektir önce. Sürekli halk edeni görebilmek için an’lar boyunca hal’ini görmeye çalışmak değil midir. Her hareket muhakkak bir Hal’in sonucudur. Hal’i bilmek, hareketi bilmek, harekete yön verecek hal’e girebilmek.
           Bir şeyleri bulmak için de kaybetmek kuralını da unutmamak gerek. Kendini bulmaya kalkışırken de kaybetmek gereken doğal olarak – tek sahip olduğun şey- kendin olacaksın. Bu mu dersin taşlarda donmuş sükuta sebep? Yaşamın boynuna asılmış bir bela olduğunu düşünmeni dilemem. Bir akıntının içindesin, durmadan geçiyor bir şeyler ama hatırlaman gereken tek şey bu vadide geçen her şeyin sen’in içinden geçmesi. Onları bilemeden o akıntı içinden geçmez; sen bir akıntının içinde geçip gidersin.
           Sana geçen anın önemini ne anlatabilir ki? Bütün yaşayacağın o ileriki pişmanlıklarını hesap edebiliyor olman yetmiyorsa sebebi yanlış hesabı yapman. Azapla karşılaşacaksın, onu demek ki burada buluyorsun önce. çünkü tanıdığınla karşılaşırsın burada. Pişmanlık gerçekten ileride mi gelecek karşına ‘zan’ ediyorsun. Nefes almayı hatırlamadan ömür sürebilirsin. Ama sonunda hatırlayacağın tek şey haberin olmadan alıp verdiğin nefesler olacak. Şimdi seni gerçekten bir nefes mi öldürdü?
         Nefsine küsme! Yalnızca bil, sonra cevaplar gelecektir. Ne’ye sahip olduğunu bul da unutmamayı da unutma. Can’ı Canan öğretir muhakkak. Ama Can’ı bilmeden bulduğuna Canan demek ne kadar mümkün? Yediğini düşün bakalım zamansız olarak. Yer misin hala? (bütün sorular sanaydı nefsim. ayıl.artık.)


Can geldi; canan gitti
Canan geldi; can bitti.

17 Temmuz 2013 Çarşamba

Anne orucu

Hani işte O
Hani bir masanın bir ucuna takılı kalmak gibi
Orada olup, oradan atlamayı dilemek gibi
Güçsüzlüğe bahane bulmayı unutmak
Ölümlü bir varlık olduğuna şükredermiş gibi

Bir toprağa takılı kalırsın
Dolunayın vurduğu cesetler de dolunay oluverir ya hani
Bakarsın, beklersin uğramaz bir ses odana
Yalnızlıktan kaçmak için önce yalnızlık belası
Ah, hani şu sırlar var ya
Bir sır için yaşayan insan olmak gibi

Neyi kanıtlamak ister ki insan?
Korkmaktan korkan korkusuz
Dünya korkuyla dolu oluverir ya hani
Korksam beni tutan hangi el çürümez ki
Kapıyı çalarsın da annen yetişemez ya hani
Kanların damlar da annenin merdivenlerine
“aç kapıyı” diyemezsin ya bir kadına
Annen içine sızıverir ya hani

Kafan karışır, kafandaki açlık mı boşluk mu?
Bilsen de yürürsün
Yalnızca zamanın geçtiğini düşünürsün ya hani
Günler sayarsın, toplarsın cebinde
Birini bilir de sayıları görürsün de yalnızca
Bazen bir yabancı olursun da başına
Bir başına kusarsın ya hani

Mutluluk iskemlesini çekerler altından
Özgürlük ağacına asarlar ya hani
Sana hayatı gösterenlerin hepsi ölüdür de
Sen ölüme gittiğini bilemezsin
Niye yaşadığını unutursun hani
İçinde bir ses yükselir,
Bir yerde durup dinleyemezsin
İnsanlar her gün aynı yolları yürürler ya hani

Hani nerede o?
Hem gören hem yansıtan parçam
Hani göze düşer ya yaşlar
Kurumak için ıslanan yine gözlerdir ya hani
Kopanı tutan güç nerededir
Güçsüzlüğünden kopmaz ya bazı yapraklar
Anneler ne kadar güçsüzdür dersin ya hani

Kalsam ne fayda, gelsem sen nerdesin
Bitmeyen de gidermiş ya hani
Nasıl yaşadığın değil de öldüğünmüş ya zaman
Hani zamansız da sarılan diye ararsın ya bazen
Burada durduğun bilinmez mi gerçekten
İnansan da gösteremezsin ya ellerinle
Ellerin cebinden bir daha çıkmaz ya hani

Küsemezsin sevdalara, yolluk verirler ya yüreğine
Aşk vakitlerinde yersin ümitlerini
Kendini unutmadan düşemezsin ya bir yola
Yedi vadinin yedi kuşu da küser ya sana
Bulamadığını bulamazsın hani
Padişah avlusunda solarsın
Hani dersin yine de

bulamamak nerede, bulduğum bendeyse?

14 Temmuz 2013 Pazar

Buzağı'ya bakan kavim

"Onlar görmüyorlar mıydı ki, o buzağı, kendilerine hiçbir sözle karşılık veremiyor; onlara ne bir zarar, ne de bir yarar vermeye sahip bulunamıyordu.""Taha-89

Kim varsa fark etmez. Karşıdakini yok edinceye kadar savaşır, son damlasına kadar. Savaşacaktır da. Tutunacak doğru düzgün bir yeri olsaydı ne kadar tutunmaya çalışırdı başkasına. Hakk bilir ama belirlemez; kul bilmediğinden belirlemeye kalkar işte. Vazgeçse de güçsüzlüğünden, belirlediğini düşünse de… yorulur bir de utanmadan yorulur. Taş taşımıştır, haklıdır sanki ama taş taş üstüne koyamamıştır. Yok edinceye kadar savaşır. Halbuki kendini yok etseydi bir kere de? Yok oluşunu bile göstermek ister en iyi ihtimalle, yok olduğunu gösterince yok olur gibi düşünür. Büyük oyun’dur bu. Nefs’tendir… Cahil idrak’im öyle söylüyor. Dokunmak ister, aslında yakmak için. Yaktıkça güçlü olduğunu hisseder. Güçlü olmak içindir. Tanrı koltuğu ister. Güçlü olmak içindir. Yok, değil ama. Ne güçlü olabilmiştir ne bir damla huzuru. Bekçiler diker bahçelerine, dünya cenneti derdindedir elbet, ama bekçilerden korkar zamanla. Anlar, anlar anlamasına da yetmeyecektir muhakkak. Ama göremez. Arpa soğanları göremez. Güçle gelmez huzur. Birini yakarak yalnızca birisini yanmış kılar. Ateşin o kızgınlığını hissetmek iyi gelir. Sönünceye kadardır elbet. Koşmak ister ama elbet yokuşlar olmamalı der önce. Niye? Ah bilseydi korkardı elbet. En önemli olmaya kalkar daha da önemsizleştirir belki bu. Bir önemi kalmamıştır ki aslında önemsizleşmeyi bilmedikten sonra. Önem arar sonra. Yeni insanlardan, yeni kitaplardan ve yeni imanlardan… Zaten olanı bilmezse neyi bulur? Bilemem… Bilmemek yok der. Bilmese der miydi? Soru değil; cevap derdine düşmüştür muhakkak. İkisi de bilmeden gelir halbuki… Önce razı olması gerektiğini bilmeden razı olunmaya kalkar. Ben seni acıtıyorum der. Senden gelen acıya eyvallah demesi zor gelir. Bilse değişir mi? Bilemem… Karşıdakini yok etmeye çalışır sonuçta. Kendi sınırsızlığını bulamayan, karşıdakini sınırlar muhakkak. Bir Hırka görülmeyene hediye edilir. Sınırsızlar meclisidir, Hırka gider Muhabbet kalır. Ya da Muhabbet göçerken Hırka’ya sarılmanın anlamı nedir ki. Kıskançlık günahtır. Korku günahsızdır. Ne’den korktuğun üzerindeki belirlenimcilik ( reason) yapar günahı. Cehennem mi? Belirlenimcilik belası… Ka’lu Bela… yanlışımı düzelteyim: ente subhaneke! Hala sus'amaz, insanlığa susayamaz... Hala sev'er, değildir ümitsizlik dergahı burası... önce Adem sonra Adam olur. Belki kim bilir susar o zaman? ( cahilin sözleridir, üzerinde durulmamasına susamıştır, sonrasında susmuştur)

26 Haziran 2013 Çarşamba

Yırtılınca An,

zamanla yaşarsın hayatta
güneş tepeni yakar, asfalt tabanlarını
zamanla pişersin yün hırkalarda
cebindeki şiirler, yollardaki beklemeler
kapıdan dönmelere zamanla alışırsın.

zamanla atarsın adımlarını
önce anneye, sonra bir başkasına yürürsün
zamanla öğrenirsin karşılanmamayı
otobüse zamanla alışırsın
şehirlerarasının yalnızlıklarına

zamanla öğrenirsin bir köpeğin halini
sevimli olmayı zamanla anlarsın
birisi olur, kimsesiz olursun
an'ı bulur anında; kaybedersin zamanla
an gelir, köpeği bile kıskanır olursun

zamanla öğrenirsin oyunları
yazmadığını izlerler, yazdığın cebinde erir
bir boşluğun yuttuğunu görürsün
herkes yüzündendir kimsesizlik sancıları
herkesin kimsesiz olduğu zamanla perdelenir

zamanla yalanlaşırsın, güçlüdür gerçeği yalanın
bilirsin, anlarsın, hissedersin zamanla
yalan denilir, yalandan ağlanır, yalan gider
gerçek kalamaz zamanla, yalanla yırtılır an
zamanla gelir hakikat, anlarla gelse de yalanlar

susarsın zamanla, ayinin olur sessizlik
sesinle aynı olur sessizlik
delirirsin zamanla, yalnızca anlar konuşur,
için bırakmaz seni yalnız, konuşur içinden, sessiz
zamanla götürürsün ölümünü de yanında
ölüm, hem zamanla hem anında..

28 Nisan 2013 Pazar

perde arkası


bir ölüm hazırlanmakta
sade ve sakince
kendi huzurunda, bütün huzursuzluklar kucağında
tek tek giydiriyor bütün çocuklarını
dört bir yanımdan sarmaya geliyor
bütün ağaçlarımın asılıyor eteklerinden
yapraklarından bir gelinlik giydiriyor
bütün hatıralara gözü yaşlı
bir ölüm gelmeye hazırlanıyor

bir ölüm ıslatıyor gözümü
damlalara geçmiyor işte söz
biriktirebilirdim o zaman belki ellerimde
kayıp gitmezdi diğer bütün sessizlikler gibi
ağlarken sesini çıkarmak gibi olurdu
belki bir duyan çıkardı
yaşa derdi sen daha
tutunurduk bir dala düşerken
yolunda ölmüş olurduk hayatın
ölümü düşürmeden ardımıza
ölüm su dökmeden gözlerin ardına

bir ölüm götürüyor kelimelerimi
ama önemli ama önemsiz
sessiz ve farkettirmeden
bir kulak çınlaması, bir boşluk gibi
boşluğu anlamadan, anlatamadan düşmek gibi
bazı kelimelere daha fazla önem vermek gibi
eriyen buzların üstüne sarılıyorum
sulara anlatıp derdimi
kelimesizliğimi kelimelerle anlatamamak gibi
konuşmak istemediğini susarak söyleyememek gibi
yani bir ölüm hazırlamakta kendini
bütün masalların ötesinde ve gizlice
benimle arasındaki bir hayat perdesinde...

12 Mart 2013 Salı

Elma'sızlık


O halde Rabbini hamd ile tesbih et(yücelt) ve secde edenlerden ol. Hicr 98

Bilmiyorsun! Dünyada kalmadı önünde eğilmediğin. Bütün korkularınla koşuyorsun, üstünü başını sarmış bir çamur, pislik içinde koşuyorsun. Açlığa, parasızlığa, yalnızlığa, başarısızlığa, yorgunluğa, tembelliğe, sınırlara ve sınırlamalarına iman etmişin. İmansızlığına iman etmişin. Bitmeyen endişelerine o sınırlı imanını bağışlamışın. Secdeye varmaktan erinmişin, secdeye varırken "Büyük olan O'dur" demekten alıkoymuşun kendini ve ufak korkuların karşısında "küçük olan ben'im" demekten kurtaramamışsın kendini. Doymayan açlığına bahsetmişsin benliğini, varlığını nerede yok olan varsa onun eline vermişin. Sonra ağlamışsın bir de, hem de utanmadan hem de hala anlamadan. Kaybetmekten korkmuşsun sana ait olan şeyleri, ama kendini çoktan kaybetmişin. Uğurlamışsın varlığını "güle güle", haykıramamışsın bir duygu tufanıyla yüreğinden kopan çaresizliğini, acziyetini. Acizliğinde bulmak varken, aciz olmaktan korkmuşsun. Zengin olmayı istemenin nedeninin aslında fakir oluşunun olduğunu bilememişsin hiçbir zaman. Sahip olduğun ölümsüzlüğü unutup, bedeninin ölümünü ölümsüzleştirmişsin korkularınla. Akşama acıkacağını bile bile tıkınmışın tüm dünyayı, miden dolmuş yer çekimine tabi olmuşun ve ruhunu gök çekimine bırakmaya kalmamış takatin. Bilmiyorsun! O elmayı yiyebilecek gücün olduğunu biliyorsun yalnızca ama yeyince nereye düştüğünü bilmiyorsun. Ruhunun saydamlığını bırakıp, vücudunun çıplaklığına dalmışın üzerine yapraklar örterek. Hayatın cepte işi yoktu, ölümdü cebine sığabilecek yalnızca ama sen tutup kendini de ölümün cebine sokmuşsun. Sen o an'larını sevdiğin hayatı bir an olsun ansız düşünememişsin. Hayvanlaştıkça aklını beğenmişin, aklının cevapsızlığında da bir kadehe tutunmuşun, yine hayvanlaşıp aklını beğenmeyi bilmişin. Bir kadeh kadar kurtulabilmişsin aklından, ruhun şarabına dudağını yine değdirememişsin. Rabb'inin önünde eğilmeyle yücelmek varken, sen gökdelenlere çıkarak diplere batmışsın, sonra bir de kendini yerin dibine atmışsın. Bilmiyorsun! Sen imanlı olamazsın, imanla olabilirsin ve yalnızca imanda olabilirsin. Biliyor musun asl'ında iman ölüm değildir? uğraşma yani boşuna, girmez ne senin o cebine ne de kadehine!


11 Mart 2013 Pazartesi

dragaera


Bulmak için aramak; 
aramak için kaybetmek; 
kaybetmek için sahip olmak; 
sahip olmak için bulmak gerekmez miydi? 
Doğarken öl bakalım ey İnsan...

Olur da aramaya kalkışırsan:

Gülden kurulmuş bir pazar
Gül alırlar, gül satarlar
Gülden terazi tutarlar
Alanlar gül, satanlar gül....

30 Ocak 2013 Çarşamba

Var Üzerine

İsyan her zaman mutsuzluktan olmaz. Bir geminin içindeki tayfa genelde açlıktan, savaştan, her zaman yediği balıktan ya da sürekli attığı ağdan dolayı isyan eder. 60 yaşındaki amca eşinden belki de çocuğundan isyan eder Allah muhafaza. Geminiz sıradan bir gemiyse isyanınız da bir hayvan kadar sıradan olur.

İsyan her zaman o kadar da normal değildir.

Mutlu olduğu için gülen insanların arasında, mutlu olmak için gülen birilerini bulursan kaçırmazsın gözünden. Çok belli oluyorlar o gibi tipler. Kimisi gülmeyi de beceremiyor aptalların. Neyse!

Bu adamları kaçırmamam gerektiğini bile bilmediğim zamanlarda kaçırtmayan bir şeyler olmuş. Bazen bunu düşünmek beni şaşkınlıktan isyana icbar ediyor. Fakat şimdi yine de onlardan olmayalım ki, şöyle düşünelim:

(A'râf-10).وَلَقَدْ مَكَّنَّاكُمْ فِي الأَرْضِ وَجَعَلْنَا لَكُمْ فِيهَا مَعَايِشَ قَلِيلاً مَّا تَشْكُرُونَ

Yine böyle şükür gerektiren dostlardan biri bir kitap önerdi.  Yine kendimden bir şeyler çıktı. Kendim yine eskiden beri var olanların fikirlerinde var oldu. Bir ben değilmişim dedim yine. Şükür.

Konuşalım.

"
"Peki Gazali'nin verdiği cevap nedir?" diye sordu Çelebi.

Molla Hüsrev cevap verdi: " Gazali'ye göre asıl sıkıntı, filozofların Yaratan'dan bir insan gibi bahsetmeleri, onun adeta mantık kuralları çerçevesinde elini kolunu bağlamalarıdır. Her şeyden önce zaman ve mekân kavramları tamamen beşeri kavramlardır; bunları Yaratan'a uyarlamak mantıklı ve pratik görünse de her zaman insanı doğru yola götürmeyebilir. Dolayısıyla filozofların bahsettikleri 'zaman' yaratılmış zamandır ve Yaratan'ı ölçmek için kullanılamaz. Dünyanın önceden yaratılmamaış olması , onda daha sonradan böyle bir isteğin belirdiği anlamına gelmez*, çünkü bu önermedeki önce ve sonra kavramları ancak insanoğlu için geçerlidir. Onun için öncelik ve sonralık tamamen farklı olabilir. Ayrıca dünyadaki her şeyin hareket halinde olduğu ve değiştiği de yine mantığın kendi kuralları içinde tutarsızdır. Çünkü değişimden bahsedebilmek için bir noktayı sabit kabul etmek gerekir.** Fakat dünyadaki her şeyin hareketli olduğunu iddia etmek, sabit bir noktadan bahsedilmediğini gösteriyor"


"


Şimdi buradaki ikilemlerin geneline Gazali'nin bir antitezi var. Yukarıda da biraz bahsedildiği üzere bu fikir şu temelde: Sebep sonuç ilişkileri, insan aklına daha mantıklı geldiği için varlar. Bu konuda Hume'un yaklaşımı hoş bir bakış açısı katıyor. Hume'a göre sebep sonuç ilişkisi, insan zihinide apriorik değildir. Yani bunlar sonradan kazanılmıştır. Örneğin, İshak'ın kafasına bir elma düştü. O bir sebep olarak yer çekimi kanununun varlığını günyüzüne çıkardı. Çünkü nesneler kendilerini kütleye doğru çeken kuvvete zıt yönde başka bir kuvvet olmadıkça o kütleye belli bir ivmeyle yaklaşıyorlardı. Bu kanun, nesnelerin düşmesine bir sebep olarak gösterildi. Lakin Einstein ortaya çıkana kadar kimse ışığın da kütle çekimine maruz kaldığını bilmiyordu. Ama gözlemlerde çok açıkça görüldü ki, bir ışık ışını bile çok büyük kütlelerin yanından geçerken bükülüyordu.

Bir bilim insanından maada, sıradan bir İshak için, ise elmalar ağırlaşınca düşerler.  Suyu içersen susuzluğun diner, havada belirli bir nem birikirse yağmur yağar, kar hava soğuduğunda yağar, odunu yeterince ısıtırsan yanar... Aynı bu şekilde insanlar olaylara sebep bulmaya o kadar muhtaçtır ki, bazen tesadüfen üstüste gelen olaylara birbirinin sebebi ve sonucu olarak yaklaştılar. Kara kedi uğursuzluktu, çünkü muhtemelen bir köyde yaşayan İzhak, kara kediyle 3 kez karşılaştı ve üçünde de başına istemediği şeyler geldi, istemediği şeyler öğrendi.

Sophie'nin Dünya'sında da bu yaklaşımı destekler bir örnek vardı. Bir gün bir anne ve 3 yaşındaki kızı okuldan geri dönerler. Kapıyı açtıklarında karşılarında sıradışı bir olay görürler. Evin babası yerden yaklaşık 1 metre havada süzülmektedir. Bu olay karşısında anne dehşete kapılır. Çocuk ise sevinç çığlıkları atar. Çünkü anneye göre bu şey öğrenilmiş sebepler ve sonuçları itibariyle imkansızdır. Ama çocuk yeterince "şahit" olmadığı için bu olay ona daha normal gelebilmektedir.

Gazali de işte bu aciz mantığı eleştirmiştir. Çünkü bizim kurduğumuz sebep sonuç ilişkileri, eğer ki bir Yaratan söz konusuysa, onu açıklamaya yetersiz ve gereksiz olacaktır. Bunu yine görelilikle bağlayabiliriz. Örneğin, kendinizi 100 km/h hızla, sürtünmesiz ortamda düz yolda ilerleyen(uzayda hareket eden bir uzay mekiği de hayal edebilirsiniz) kapalı bir araçta düşünün. Böyle bir durumdayken, sizin hareket ettiğinizi hissettirecek hiçbir sebep bulamazsınız. Çünkü bu araç içinde yaptığınız her deney size durağan haldeki bir deneyle aynı sonucu verecektir. Durağan haldeki bir gözlemciye göre aracın ve onun içindeki her şeyin boyu belirli bir oranda kısadır, zaman daha yavaş işlemektedir, ama bunu asla ve asla aracın içindeki kişi farkedemez. O farklı bir gerçekliktedir çünkü. Tanrı'nın gerçekliğini bu durumda Tanrı olarak farketmek gerekir insan mantığı çerçevesinde. Bu da mümkün olmadığından, tanrının gerçekliğini bir insan olarak kavramak imkansız hale geliyor.

Bu benzetmeyi bir de Filibeli Ahmet Hilmi karınca hikayesiyle gösteriyor. Diyor ki, bir gün karıncalar, normal hayatlarına devam ederken, gökyüzü kararmıştır, ortalık hiç olmadığı kadar karanlıktır. Karıncalar buna anlam veremezler. Kötüye yorarlar, sonra bir yağmur başlar ki öyle bir yağmur görmemişlerdir. Yuvalarını su basar her şey darmadağın olur. Akıllarına binbir türlü mantık gelir olanları farklı sebeplerle akıllarına yatırırlar.  Ama aslında olan, yuvalarının üstüne park eden bir at arabasıdır. Karıncalar ise bunun asla farkında olamayacak kadar küçüktürler.

Mevzu-u bahis mantıklar dahilinde, insan aklını çok kurcalayan bazı sorulara da cevaplar, daha doğrusu soruları geçersiz kılan iddialar üretilebiliyor. Misalen:

1) Her şey Allah tarafından yaratıldı. O zaman o'nun kaynağı nedir?
2)Allah kendisinden büyük bir taş yaratabilir mi?

Bu sorular temelinden çürümek zorunda kalıyor. Çünkü öncelik ve sonralık, taş, büyüklük... Her şey onun yarattığı ve onun gerçekliğinden bağımsız bir gerçeklikte var oluyor. Onun çapında, bunların bir geçerliliği yoktur.

İslam dininde Buhari kaynaklı bir hadis de bu konuya işaret ediyor:

                  "Şeytan, "seni kim yarattı" diye vesvese verince, "Allah yarattı" denirse, "Onu kim yarattı" diye vesvese verir. Kendisine, böyle vesvese gelen kimse, “Ben Allah ve Resulüne iman ettim” desin."

Çeşitli konulara farklı açılardan yaklaşan islam felsefesinde bu soruların doğru cevapları buradadır.

Gazali insanoğlunun bu eğilimini ve olayların bu şekilde cereyan etmesini Allah'ın kullarına bir lütfu olarak görür. Çünkü bu durum, düzeni kaosa hakim kılar. İnsanların belirli olaylar sonucunda belirli beklentiler içinde yaşamalarını sağlar. Eşyayı tahmin edilebilir ve öngörülebilir hale getirir. Yağmurlu olacak bir günün sabahında şemsiye almanızı sağlar. Onun bize şahdamarımızdan daha yakın olduğunu farketmemizi sağlar. Unutmamıza da sebep olur bazen. Bu da onun bir sınavıdır belki.

Yine Gazali'ye göre, asıl olan şey insanın kurguladığı sebep sonuç ilişkileri değildir. Allah o kadar kudret sahibidir ki, her an yaratma halindedir. Her şey onun iradesi dahilinde mümkündür. Elmayı düşüren, yerçekimi değil, külli iradedir. Her an yeni bir yaratılıştır. Her ani var olan her parçacık, yeni hal, konum ve hızlarıyla yeniden var olmaktadır da diyebiliriz. Ve bu sürekli yeniden yaratılış belirli bir düzen içerisinde olmaktadır.Dolayısıyla bizim tanık olduğumuz, zaman ve mekan bir yanılsamadan ibaret. Faraza bizim süremizle 10 dk her şey dursa, ve 10 dk sonra her şey tekrardan devam etse, biz hiçbir şey farkedemeyiz, çünkü gözlemci olarak bizim de bütün sinir hücrelerimiz, bütün algılarımız durmuştur. Duvardaki saat de, güneş de, gezegenler de durduğu için(yani her parça aynı anda sabit olduğu için) belirli bir hareket hissi olamayacaktır. Tıpkı bunun gibi bir yanılsama.

Kader de bu bağlamda tekrardan incelenebilir kısaca. Kader ÖNCEDEN yazılmış bir oyunsa biz bunu oynamak zorunda mıyız? Kendimiz bir şeye karar veremez miyiz? Yine göreli olarak bir zaman kavramını ileri atmak zorundayız. Bizim "önce"miz başka bir gerçeklikteki "önce" ile aynı olmayabilir.

Örneğin bir P uzayında, A noktasında, t(0) anında bulunan bir z parçacığı düşünün. Bu parçacık P uzayı içindeki farklı bir zaman doğrusunda t(1) anında B noktasında bulunuyor olabilir. Bu şekilde bu parçacık P uzayı içindeki "∞x∞..." büyüklüğündeki bir matrisin içindeki her an her yerde bulunuyor olabilir. Hayal kurun: şu an keşke Maldivler'de olabilseydim,-bu imkansız gözükse de pek ala mümkün olabilirdi, mesela önünden geçerken yüzüne bakmadığınız bir kadın milyarder olabilirdi, sizden çok hoşlanıp size çıkma teklif edebilirdi, onunla 1 ay geçirirken siz de kendinizi o tatilde hayal ettiğiniz yerde ve hayal ettiğiniz şekilde bulabilirdiniz. Maldivlerin şekli de dünyada olabilecek milyarlarca ihtimalden sizin istediğiniz gibi olan şeklinde şu anki haline dönüşebilirdi. Bu trilyonlarda bir ihtimal olarak göze çarpıyor ama OLABİLİRDİ. Yani siz hayal ettiğiniz sürece o şey olabilirdi. Bu durumda ben farklı gerçekliklerde her an her yerde olabilirdim demekti. Ama şu an bilgisayarım başındayım. Bu sonsuz büyüklükteki matrisin içinde bazı şeyler önce ve bazı şeyler sonradır. Ama bu aynı zaman doğrusu üzerinde geçerlidir. Birbirinden farklı zaman doğruları( aynı uzay üzerindeki ayrık doğrular olarak hayal edebilirsiniz) için öncelik ve sonralık söz konusu olamaz. Yani insanın kaderi için yapabileceği hiçbir yorum gerçek olamaz. Çünkü insan bir zaman üzerinde yaşamaktadır ve bunu şimdilik aşamamaktadır. Ama kader bu doğru üzerinde yazılmamıştır. Onun gerçekliği başka olmalıdır. Bu yüzden kader üzerinde yapılabilen en doğru yorum, onun her şeyi bilen ve gören bir varlık tarafından görüldüğü ve bilindiğidir. Olan her şeyin de onun iradesi dahilinde olması gerektiğidir.


İşte  bütün bu sebepler ve sonuçlar, aslında bir yanılsamadan ibaret sanki. Zihnimiz her şeyi bir şeyin bir sebebi olduğunu kabul etmeye programlı adeta. Çünkü isteseniz de sebebi olmayan bir şey düşünemiyorsunuz. Düşününce mantıksız geliyor. En ekstrem olaylara bile belirli bir akıl yüklemeye çalışıyoruz. İnsanoğlunun en aciz noktası aşk'a bile akılla yaklaşır olduk. Tabiki farklı hormonal dengelerin değişmesi söz konusu olacaktır. Ama aşk her daim aşktır. Tanrı her zaman Tanrı'dır. Bunların gerçeklikleri apayrı. Olayların da arkasında yatan şey apayrı gibi. O kadar basite indirgedik ki olanları, sanki bir kıvılcım ve her şey puff... Sanki Allah insanoğlunun önüne bu tarz sebepler koyarak gerçeğe perdeler oluşturmuş olabilir. Bu da bir sınavın varlığına bir delil olarak getirilebilir eğer iç rahatlığıysa istediğiniz.

Lakin ki bu büyük bir lakindir, bu fikrimce demek değildir ki insanlık, araştırmaktan, bilimden vazgeçip, sebepleri araştırmaktan vazgeçip tamemen teslim olsunlar. İşte bu gericiliktir. Kendimce teslimiyet bu noktada değildir. Sözüm vaaz değildir.

Ve saire...


*Bu mes'ele şudur. Dünya ezelden mi vardır? Yoksa sonradan mı yaratılmıştır. Modern bilime göre 14 Milyar yıl yaşında dünya. Peki o zaman allah dünya'yı yaratmayı sonradan mı akıl etti? Sonradan akıl ettiyse bu onun dışındaki bir iradenin bir isteğin onu dürtmesi gerekli. Bu ise şirke girer. Gazali bu duruma açıklamak için yukardaki açıklamayı yapıyor.

**Bu nokta da görelilik kuramıyla tutarlı. Bir hareketten bahsediyorsanız bir gözlemci ve bir de obje söz konusu demektir. Gözlemci yoksa, hareket de olmamış olur.


İmparatorluk I- Dünyanın İlk Günü 151. sf , B. Akman, Epsilon Yayınları


Dali Tablolarında eriyen saatleri resimlemiştir. Bu bir bakımdan zamanın göreliliği manasına gelmektedir. Zaman bir saatin tiktakları gibi değildir.
Salvador Dali, Melting Clocks

27 Ocak 2013 Pazar

varlık fakiri

beklememek için yürümek o yolda. ve o hep boş olur diye bildiğin yolda. ve gerçekten de hep o boş olan yolda. bir gün gelir de sen yürümezsin sanki de yol geçer içinden bir şerit gibi üzerinde yaşadığın bütün hatıralarınla. geçip gitmek ağır gelir o gün o yolda. bilerek bitirmişindir son kuruşuna kadar o zaten hep az olan paranı. kendini yürümeye mecbur kılarsın, bütün toplu'lardan kaçtığın gibi ulaşımın da kaçarsın toplusundan. Beş parasızlığın olacak cebinde ve fakirliğin sanki düşünceyi de fakir kılarcasına düşünmeden yürüyeceksin eve gitmenin saatler alacağını bileceksin ama yürüyeceksin çünkü onu dahi düşünemeyeceksin. harcadığın beklemeleri ve beklentileri de atacaksın ceplerinden: bomboş yürüyeceksin. sen beklemişindir çünkü dolunayı, ve o gelmiştir. beklenileni bulunca yine de üzülmek yakışmaz o gün giydiğin o tek yakışıklı kıyafetine. olur ya... diyeceksin. olur ya bir gün kafanda beş kuruşluk bir fikir olur da yürümezsin belki. o virüsü atarsın kafandan önce kendini onun içinden çıkarıp. olur ya bir gün hayatın sana vermediğini de seversin, hayattan aldığını sevmek zorunda kalmazsın belki. hatta hayatının senden alınmasını bile izin vermek istemezsin. olur ya bir gözyaşı dahi olsa engeller çatlamışlığını gözlerinin. olur da bir nefret dahi olsa istersin. olur ya... bu kendin olmasın...

5 Ocak 2013 Cumartesi

Koş bakalım


     Daha koşacaksın çocuk, daha çok koşacaksın. Dağları gösterecekler sana: hadi koş bakalım yukarda daha neler neler var diyecekler. Koşacaksın sen de, arkana bakma yanarsın çünkü diyecekler ve arkada kalanlar da yanıyor olacaklar. Yorulacaksın, kaybolacaksın, durmak isteyeceksin ama sana “durman düşmene neden olur” diyecekler ve sen yine koşacaksın. Ciğerlerin sökülecek, kalbin patlayacak ama yine koşacaksın. Yuvarlananlar göreceksin, pes edenler göreceksin, durmaktan biraz daha korkacaksın. Sana birileri gelecek ve diyecekler: arkandaki manzaraya baksana ne güzel, gel otur şurada bir soluklanalım diyecekler. Zaten bir gün düşeceğini onlar da biliyor diyecekler.  Ama seni koşmaya gönderenler engel olacak sana:

     “İnanma çocuk sen onlara, sen yalnızca güneşin taşlara vuruşunu seyredebilirsin, gözlerini alır güneş maazallah yuvarlanır gidersin. Hem onların güneşe aşk dediğine ne bakıyorsun sen? Baksana o zaman aşıklara hepsi deli gibi insanlar, virane adamlar. Tek adımla güneşe varılır dediklerine de aldırma onların, denerken yırtarsın belki kıyafetini, daha dün yıkadık onu. Koş sen çocuk durma, durursan kaşınmaya başlar her yerin, çıldırabilirsin gerek yok onların düşünce dedikleri şeylere. Düşünmekle dağa mı çıkılırmış hem? Bak o kadar yukarlarda olanlar düşündüklerinden mi çıkmış? Koşmuşlar söz dinleyip, sivri kayalara basmamışlar , sonra büyük adam olmuşlar. Dağa göre değerlendirme onları sen, dağa göre küçüklüklerini de düşünme, gerekirse parmağına gözüne sok dağ mı büyük parmağın mı anlarsın. Dağın içini de düşünme, kötü kötü yaratıklar vardır dağın içinde, acıtırlar canını, doktoru nerede bulacaksın sonra? Bazı kötü adamlar da seni kandırmaya çalışacak: dağın içinde aslında her nevi değerli taşlar var, seni koşmadan zengin eder onlar diyecekler. Onlara da bakma sen, cebine koyduk harçlığını o yeter sana. Hem madem onlar zenginlikten haberdar, niye onların üstünde doğru düzgün kıyafet yok? Deli gibi giyinmiş hepsi de! Gözünü yumman için sana yalvaranlar olabilir, sakın ha yapma öyle şeyler! Derinin içindeki görmeye kalkışma öyle, dağı görmen yeterli senin. İçinde farklı şeyler olsa biz sana söylemez miydik? Sen yalnızca koş çocuk, yukardan koşup gelen bir aslan olabilir senin tek düşmanın. Eğer terli halde soğuk su içmezsen o aslan daha geç gelir. Hem o aslan madem bir gün gelecek sen ona daha yukarlarda yakalanmaya bak. Aşağılarda ezik insanlar yakalanır aslana. Bazı sihirbazlar görürsen de inanma ha! Aslana bindiklerini gösterirler sana, bindikleri filan yoktur aslında. Yalnızca büyü yapar o adamlar. Aslan düşmanımız bizim nasıl onunla dost olunur?  Aslan gelince de “ben sadece koşuyordum” de, o seni acıtmadan yer o zaman. Hem biz kimsenin canını acıtmadık ki aslan bizim canımızı acıtsın. Biz yalnızca söz dinliyorduk. “anlam” denen şeylere deliler bakar, biz deli değiliz ki!”

     Sonra kendine dik bir yamaç bulacaksın, bir arkana bakacaksın bir önüne. Derinliği hissedeceksin, sonsuzluğu, korkuyu ve özgürlüğü… hem de aynı anda! Sonra …